Müslümanlarla bir arada ve barış içinde yaşama iradesini beyan eden gayrimüslimlere "azınlık (ekalliyet)" denilemez ve bu statüde mütalaa edilemez.
Çünkü bize Batı'dan intikal eden azınlık kavramı, herhangi geçerli bir sebep olmaksızın, bir ülkedeki çoğunluğa göre bazı mahrumiyetlere katlanmak zorunda kalan dinî veya etnik insan topluluklarına denir. Çoğunluğa göre farklı olan bu insan topluluğunun bazı mahrumiyetlere katlanmak zorunda kalmalarının sebebi "sayıca az" olmalarından başkası değildir.
İnsanlar dinlerini serbest iradeleriyle seçerler, şu veya bu etnik gruba mensup olarak dünyaya gelirler; bu insan gruplarıyla esas alınacak ilişkinin temeli "a) din ve inanç özgürlüğünü tanıyıp tanımadıkları, b) Müslümanlara karşı iyi niyet besleyip beslemedikleri, onları yurtlarından sürüp sürmek istemedikleri, c) düşmanlarıyla açık veya gizli ittifaklar kurup kurmadıkları" konusudur. Eğer her üç alanda iyi niyet varsa, bu gayrimüslim grup -benim kanaatime göre- ne "azınlık"tır ne "zımmi"dir. Bunlar "muahid"tir. Muahid, Müslümanlarla barış içinde ve bir arada serbest iradeyle akdedilmiş anlaşmalar-sözleşmeler (muahedeler) çerçevesinde yaşama azmini gösteren gayrimüslime denir. Bu gayrimüslimin şu veya bu dinden olması fark etmez.
Benim dayanağım, Medine'de Hz. Peygamber (sas)'in tam 9 sene gayrimüslimlerden 'cizye' almamış olmasıdır. Gayrimüslimleri anlaşmaları bozmaları dolayısıyla "zımmi" statüsüne düşüren cizye ayeti (9/Tevbe, 29) h. 9, m. 630'da indi. O tarihe kadar, gayrimüslimler zımmi değil, muahid idi.
Muahid, müzakereci siyaset ve serbest iradeyle, rızayla toplumsal sözleşme nasıl imzalanmışsa, ona uygun olarak Müslümanlarla iktidar ortağı olan kimsedir. Ama anlaşmayı bozar, Müslümanları kendi hakimiyeti altına almaya, din ve inanç özgürlüklerini kısıtlamaya veya onları yurtlarından sürmeye kalkışırsa, onunla savaşılır. Savaşın sonucunda ona galip gelinirse "zımmi" statüsüne düşer. Ayette geçen "elleriyle" ve "küçük düşürülüp boyun eğmeleri" ifadeleri, gayrimüslimlerin ihanetlerinin, adil bir anlaşmayı tek taraflı bozmalarının ve kendilerini güvensiz duruma düşürmelerinin sonucu/cezasıdır; yoksa şu veya bu din ve inancı, yaşama tarzını seçmiş olmalarının cezası değildir. İmam Şafii, bunun "Bu konuda İslam'ın hükmüne bağlanmaları anlamına geldiğini" söyler. Buna rağmen, kendilerini kendi elleriyle güvensiz duruma düşüren bu gayrimüslimlerin ödedikleri "cizye" karşılığında can, mal ve din-ibadet özgürlükleri teminat altına alınır. Gayrimüslimlerin sahip oldukları ve devletçe korunan bütün hakları yerine göre bireysel, yerine göre kolektiftir, yani grup ve cemaat haklarıdır.
İslam'da bazı hukukî statüler, harici olayların cereyan tarzına göre şekillenir. Mesela toprak hukuku böyledir. Bir toprak parçası savaş yoluyla ele geçirilmişse "ganimet", sulh yoluyla İslam'a dahil edilmişse "fey arazi" hükmündedir. Ganimet veya fey statüsü, toprağın ele geçme şekline bağlıdır. Gayrimüslimlerle olan ilişki de öyledir. Eğer bir gayrimüslim grup Müslümanlarla rıza ve kabule dayalı, yani anlaşarak yaşamak istiyorsa, onunla sözleşme akdedilir, bu gayrimüslim grup "muahid (anlaşmalı/sözleşmeli)" olur, ama anlaşmaya yanaşmayıp savaşıyorsa "zımmi" olur. Hükmün illeti "kötü niyet ve saldırganlık"tır; din ve inanç farklılığı değildir.
Burada önemli bir soru var: Bir gayrimüslim grup, kötü niyet ve saldırganlığı dolayısıyla zımmi oldu diye, onun çocukları, torunları ve soyu da aynı statüde kalmak zorunda mı? Genel olarak İslam tarihinde uygulama böyle olagelmiştir. Ama bu, hükmün illetine binaen "ebedî ve evrensel" değil, "tarihî ve yer yer hatalı"dır. İki sebepten dolayı: İlki, hiçbir nesil kendisinden öncekilerin günahının cezasını çekemez. İkincisi, zımmilik statüsü özellikle son iki yüzyılda Müslümanların aleyhine işlemiş, gayrimüslimlere avantaj sağlamıştır. Bugün 'bedelli askerlik'le kısmi zımmi olmaya istekli milyonlarca insan var.
ZAMAN