Muhanna el Habil / Al Jazeera
Emir Şekib Arslan, kaleme aldığı otobiyografisinin giriş bölümünde ıslahat ve demokrasiye dair görüşlerini ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar. Emir Şekib’in kitabında ısrarla değindiği bir konu vardır. Bu da, Şekib’in Osmanlı Devleti’ne karşı Paris ve Londra’yla herhangi bir işbirliğini reddetmesi ve o dönemde biçare durumdaki saltanatı Panislamizm ve İstanbul’daki Türk meşrutiyetçiler (anayasal reformcular) üzerinden ıslah etme girişimlerine sıkı sıkıya bağlı kalması sebebiyle başta Lübnan’daki Hristiyan milliyetçileri olmak üzere çeşitli kesimlerin karalama kampanyalarına hedef olmasıydı.
Kitabın vefatından sonra yayınlanmasını vasiyet ederek el-Kudsü’ş-Şerif Kütüphanesi’ne emanet eden Emir Şekib, bu hareketiyle şahsi bir zafer peşinde koşmadığını, Arap kültürüne hizmet davasına bağlı kaldığını da vurgular.
Emir, önemli bir yazar ve şair olması hasebiyle "belâgat prensi" (emîrü’l-beyân) adıyla anılır. Kitabında da Doğu İslam Birliği’ni korumak ve Osmanlı’nın yıkılmasıyla değil, varlığıyla kamu ıslahatı fikrini geliştirmek suretiyle içeride ve dışarıda sarf ettiği büyük çabalara ve o dönemde Libya ve Kafkaslardaki İslami direnişe bizzat verdiği desteğe ilişkin birçok delil sunar.
Osmanlı saltanatı neden çöktü?
Bu önemli kitapta okuyucunun ilk fark ettiği şey şudur: Osmanlı saltanatının çöküşü, aslında sadece Doğu’nun parçalanıp kaynaklarının bölüşülmesi amacıyla tezgâhlanan küresel komplolardan değil, saltanat kurumlarının düçar olduğu ve şeffaflığın yokluğunda daha da müzminleşen hastalıklı halden kaynaklanıyordu.
İstanbul’daki idari merkeziyetçilik, meşruti dönüşümü felce uğratmaya devam etti. Zira valiler, gücü elinde bulunduranlar ve önemli kişiler İstanbul adına hareket ederken, İstanbul’daki merkezi yönetim taşrada alınan kararların arka planındaki ortama tam anlamıyla vâkıf değildi.
Bu eser, bir bakıma Osmanlı Devleti’ne ve yabancıların saldırılarına karşı devletin birliği ve bütünlüğüne sadık kalan en önde gelen şahıslardan birinin şahitliği niteliğinde. Yolsuzluğa saplanıp kalan ve buna rağmen bazı padişahların ardı ardına ıslahatı reddettiği ülkede, devletin durumu, önce çöküşü durdurup ardından durumu iyileştireceğini zanneden Sultan Abdülhamid döneminde daha da kötüleşti.
Bu arada İstanbul’a bağlılığını sürdüren meşruti ıslahatçılar, şeriatın ruhuyla ve hedefleriyle uyuşan meşruti ıslahat ve idari modernleşme sürecine erkenden başlaması için padişahı ikna etmeye çalıştılar. Ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Filistin’in hamisi ve milletine karşı samimi olan padişah görevinden azledildi. Onu düşüren, ıslahatçıların şüpheleri ve geçmişten miras kalan padişahların siyasi düşünce sistemindeki büyük bozukluktu.
Başkalarının da aynı yöndeki tanıklıklarıyla doğruluğu ispatlanan bu anlatı, ilk İslamcı aydınların niçin Osmanlı Devleti’nde ıslahatı destekleyip Sultan Abdülhamid’e sitem ederken, aynı zamanda milliyetçi aydınları cezbeden İngiliz ve Fransız destekli herhangi bir hareketten de uzak kaldıklarını da açıklar.
Asıl hedef, Arapların menfaati değil, Osmanlı’nın paylaşımıydı
Milliyetçi aydınlar ve Fransa ile İngiltere, Osmanlı Devleti’nin iyice zayıflaması neticesinde, Arap beldelerindeki geri kalmışlığa isyan edenleri kullandı. Ancak İslamcılar, Fransa’nın hareketinin, hürriyet illüzyonundan başka bir şey olmadığını, Osmanlı’nın çöküşünün hemen akabinde – temel hedefi Arap halkının menfaati değil, Osmanlı mirasının paylaşımı olan – Batı işgalinin yaşanacağını görüyorlardı.
Bugün gelinen aşamada Arap okuyucuların farkında olması gereken en önemli husus şu: Ümmetin merkezini koruyan, toprakların ele geçirilmesini önleyen, Haçlılarla savaşan ve başka önemli görevler üstlenen parlak Osmanlı tarihini hatırlarında canlı tutuyorlar, ama Araplar gibi Türklerin de muzdarip olduğu ölümcül merkeziyetçilik, geri bırakılma ve istibdat felaketini göz ardı ediyorlar. Türkiye’nin Avrupa başkentlerine yakınlığı, bütün başbakan ve bakanlarını Batı’yla kısmen de olsa rekabete teşvik eden modernist bir kapı açmış oldu. Arap topraklarında ise böyle bir imkân yoktu.
Bugün İslami boyutlu Arap kültürünü şekillendirmeye çalışırken, Osmanlı saltanatının nerelerde başarılı olup nerelerde başarısız kaldığını değerlendirme konusunda çok hassas bir denge tutturmak gerekiyor.
Aynı şey, anayasal (meşruti) ve ıslahatçı aydınlanmanın nerelerde mutlak övgüden çıktığını değerlendirirken de geçerli. Bu durum, geçmişte verilmiş taahhütler kapsamındaki hakları boşa çıkarmaz ancak aynı zamanda onu mutlak bir şekilde onaylamadığı gibi hakkını de yemez. Tıpkı kuşatma veya sivil hukukun gelişiminde hiyerarşinin rolü ve tarihselliği gibi her şeyi içinde bulunduğu zamanın ruhu çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Emir Şekib, tutumunu üç ana boyutla açıklar. Bu gerekçeler hâlâ modern yaşam ve kültürel mücadele bilinci açısından son derece etkili dersler niteliğindedir:
Emir'in değindiği ilk boyut, Osmanlı Devleti adına işlenen zulümler ve uygulanan idam cezalarıydı. Buna örnek olarak Şam’da Seffah (kan dökücü, kasap) lakabıyla anılan Cemal Paşa’nın işlediği suçları sayıyor. Emir Şekib’e göre bunların görmezden gelinmesi ve mazur gösterir nitelikte bir açıklama getirilmesi mümkün değil. Nitekim kendisi bu suçlar hakkındaki tepkisini İstanbul’a yolladığı şahsi mektuplarla da ortaya koymuştu. Bence bu, diğer ülkelerde yaşananların da bir örneği.
Emir, İstanbul’daki Harbiye Nazırı Enver Paşa gibi diğer şahıslara da kitabında yer veriyor ve onları, Cemal Paşa gibi suçlulara mukabil, Arap meselelerinde ortalıkta görünmeyen elitler olarak nitelendiriyor. Ancak İstanbul’un sorumluluğundan onlara da pay düşüyordu.
Arslan’ın ortaya koyduğu ikinci boyut, bazı Lübnanlı Hristiyanların ve milliyetçilerin tamamen İngilizlerin ve Fransızların kontrolündeki örgütlere katılmasıydı. Emir, her ne kadar Batılı kültürel çevrelerden ve kurumlardan faydalanan her aydını bunun içine katacak şekilde suçu genellemekten kaçınsa da, açıkça bu aydınlardan bir grubun tamamen Paris ve Londra’nın Osmanlı Devleti’ne karşı geliştirdiği siyaset/güvenlik projesinin hizmetine girdiğinden bahsediyordu. Bu yüzden devlet aygıtının onlarla karşı karşıya gelmesi, Şekib Arslan için tamamen anlaşılabilir bir durumdu.
Üçüncü boyut ise, Sultan Abdülhamid’i anayasal ıslahat yapmaya ikna için sarf edilen onca çabaya rağmen başarısız olunmasından duyulan üzüntünün büyüklüğüne ilişkindi. Panislamizmi aşırı savunması nedeniyle aydınlar tarafından İstanbul hesabına çalışmakla suçlanmasına rağmen, Emir, İstanbul’un duruşundan duyduğu üzüntüyü otobiyografisinde gizlemez.
Bugünün Arap aydınlarına sorular
Islahat taleplerinin ve bunu talep edenlerin yükseliş tarihine de değinen Emir Şekib, I. Dünya Savaşı’nda saltanatın mağlubiyetinden sonra gelişmelerin nasıl kötüleştiğini anlatır. Birçoklarına göre Osmanlı saltanatının sonunu getiren ve Sykes-Picot’nun ilanına yol açan, bizzat bu savaşa katılmak olmuştur. Ancak Emir, otobiyografisinde alternatif olarak neler yapılabileceğini ve esnek federatif bölgelere dayalı meşruti sivil bir devletin geliştirilmesi için verdiği birçok şahsi katkıyı da açıklar.
Emir Şekib'in bazı haksızlıkların önlenmesinde bizzat rolü de oldu. Zira Lübnan Dürzilerinin Batı projesine ortak hale gelmesi karşısındaki duruşunun yanı sıra son nefesine kadar tüm Doğu halklarının Panislamizme bağlılığı için çaba gösterdi. Böylelikle, hem devletine hem de kendi inandığı ilkelere bağlı bir aydın profili ortaya koydu.
Bu ilkeler, Şekib Arslan’ın misyonuna dair bir delil. Zira Emir Şekib, saltanatla köprüler kurmanın sağlayacağı faydalar üzerinde bir tez kurar ancak aynı zamanda saltanatın yol açtığı felaketleri önleme sorumluluğunu üstlenmez.
Şekib Arslan'ın kitabı, Rönesans/kalkınma, ıslahat ve Panislamizm konularındaki çabalarıyla ilgili olarak akıllardaki birçok soruyu dile getirir: Hayat yolculuğu boyunca nerelerde başarılar elde etti? Nerelerde dini azınlıklarla Osmanlı devleti ya da Arap milliyetçileriyle İstanbul arasındaki çekişmeleri sonlandırdı? Zorluklarla da olsa Libya direnişiyle nasıl köprü kurabildi? Ardından da Batı’nın projesinin Arap insanının özgürlüklerini ne hale getirdiğine ışık tutar.
Emir Şekib'in biyografisi, önemli bir belge niteliğinde. Kendisinin Arap aydınlara yönelttiği ve halen geçerliliğini koruyan soruların tamamı, bugün bir kez daha, yabancıların komplolarından veya iyi niyetli insanların iktidara gelince despotluk tuzağına düşmelerinden kaynaklanan zorlu gerçekliklerle çatışan ilkelere işaret eder.