Soru 1: Türkiye’de en fazla özelleştirme hangi dönemde yapıldı?
Cevap 1: Özelleştirme karşıtı söyleme sahip sosyal demokrat SHP’nin iktidar ortağı olduğu dönemde.
Sol’un Türkiye’de etkinliğini güçlü olarak sürdürdüğü 90’lı yılların başında, özelleştirme operasyonlarının, Sol’un politik arenadaki en güçlü temsilcisi SHP’nin, Çiller’in DYP’siyle koalisyon ortağı olduğu dönemde yapılması rastgele bir tercih değildi.
Soru 2: PKK’nın başında bulunan Abdullah Öcalan’la ilgili yargının verdiği idam cezasının durdurulması kararı hangi döneme denk geldi?
Cevap 2: Bu konuda en hassas olduğu düşünülen MHP’nin iktidar ortağı olduğu dönemde.
Abdullah Öcalan’ın idamının durdurulmasının, MHP’nin hükümet ortağı olduğu bir döneme denk gelmesi/getirilmesinin ilginç bir rastlantıdan ibaret olduğunu kaç kişi iddia edebilir?
Soru 3: Siyonist işgal rejimiyle askerî işbirliği ve anlaşmaların adeta tavan yaptığı dönem hangisidir?
Cevap 3: Siyonizm karşıtı söylemiyle tanınan Refah Partisi’nin Hükümette olduğu dönem.
Siyonist rejimle işbirliği anlaşmalarının, Refah Partisi’nin Hükümet ortağı olduğu döneme denk gelmesi/getirilmesi salt RP’yi zor durumda bırakıp köşeye sıkıştırmak gerekçeleriyle açıklanabilir mi?
Özelleştirmeler yapılırken SHP’nin muhalefette olması halinde neler olacağını tahmin etmek zor değil. Aynı şekilde Abdullah Öcalan’ın idamı durdurulduğunda MHP’nin muhalefette olduğunu, yahut Siyonist işgal rejimiyle patır patır anlaşmalar imzalanırken RP’nin muhalefette olduğunu düşünün. Yer yerinden oynardı, değil mi?
Toplumun tercihlerini baştan ayağa küresel ve yerel güç odakları belirliyor, her şey onların planladığı gibi yürüyor iddiasında değilim. Bu mümkün de değil zaten. Fakat, olup bitenlerin sadece toplumun tercihiyle açıklanamayacağı, "demokrasi" denilen mefhumun çok da masum olmadığı da ortada! Küresel ve yerel güç odaklarının, gerek toplumların tercihlerini yönlendirme konusunda, gerekse belirlemekte aciz kaldıkları toplumsal tercihleri kanalize etme hususunda derinden derine ve inceden inceye mühendislik hesapları yaptıkları, raporlar ve andıçlar hazırladıkları biliniyor.
Bu açıdan, yaşadığımız coğrafyadaki siyasî süreçleri iyi tahlil etmek gerekiyor. Türkiye siyasî tarihinde her on yılda bir ortaya çıkan/çıkarılan "kurtarıcılar"ın kimi kurtardığını, çoğu kez sandıktan çıkan sonuçlarla ümitlenen halkın neticede niçin hep hüsran yaşadığını ve kazananın niçin hep yerel ve küresel istikbar olduğunu sorgulamalıyız.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)'nin seçimleri kazanarak Hükümet'i devraldığı 2002 yılı, İslam coğrafyasına yönelik emperyalist saldırıların yoğunlaşmaya başladığı bir tarihi ifade etmektedir. ABD emperyalizmi, 2001 yılında 11 Eylül saldırılarını bahane derek Afganistan'a saldırmış ve Afganistan'ı işgal etmiş bulunuyordu. Afganistan'dan sonra açıklanan yeni hedef ise Irak'tı. ABD emperyalizmi, Irak'la başlayıp İran, Suriye ve Lübnan'ı da kapsayacak şekilde "Ortadoğu" için düşündüğü ve temelinde Siyonist işgal rejiminin güvenliği ve petrolün kontrol altına alınması hedeflerinin bulunduğu büyük bir işgal hamlesine hazırlanırken, bu iş için Türkiye'yi ana üs olarak seçmişti kendisine. İslam coğrafyasına yönelik bu kapsamlı işgal projesi için gerekli askerî ve siyasî hesaplarda Türkiye'ye önemli bir rol biçilmişti.
Emperyalizmin, o dönemde söz konusu hesapları çerçevesinde Türkiye'deki Müslümanları pasifize etmek istemesi, bunun için de İslami muhalefet potansiyelini sisteme entegre edecek yollar araması son derece anlaşılır bir durum. Söz konusu konjonktürde AKP'nin hızla örgütlenip güçlenmesi ve girdiği ilk seçimlerde yüksek bir oy oranıyla Hükümet görevini devralması, neticede toplumun 28 Şubat sürecine yönelik tepkisinin doğal sonucu olsa da, ABD emperyalizminin bu tepkiyi ve doğurması muhtemel politik sonucu dikkate almadığını ve bu muhtemel sonuca göre hesaplarını yapmadığını söylemek safdillik olur.
ABD'nin geleneksel politikasında bağlayıcı bir değerden söz edilemeyeceği, onun için kalıcı müttefik diye bir kavramın olmadığı ve siyasî ihtilaflarda güçlü olana yatırım yapmayı temel bir strateji olarak benimsediği bilinmektedir. ABD için tek bağlayıcı değer çıkarlarıdır ve çıkarlarını korumak için yıkamayacağı değer, yapamayacağı zulüm yoktur.
AKP'nin kuruluş sürecinde ve 2002 seçimi öncesi ve sonrası dönemlerde bu partinin kurucu kadrolarınca Washington'a yapılan ziyaretlerin bir tursitik gezi olmadığı ortadadır. Bu ziyaretlerin karşılıklı beklentilerle yapıldığını söylemek çok orijinal bir tesbit de olmayacaktır. ABD yönetiminin ve ABD'deki Yahudi lobilerinin çok ciddi katkı sağladığı 28 Şubat darbesi sonrası süreçte AKP'nin hangi beklentilerle Washington'u ziyaret ettiğini anlamak zor değildir. Buna karşılık ABD'nin bu ziyaretlere "demokrasiye olan aşkı" veya "Türkiye'nin istikrarını önemsemesi" gibi gerekçelerden öte beklentilerle kucak açtığı rahatlıkla söylenebilir.
AKP yönetiminin, Irak'ın işgali sürecinde gündeme gelen tezkere konusundaki gayretlerini hatırlarsak, Washington'un, "İslamcı" olarak nitelenen bir siyasî oluşuma hangi beklentilerle yeşil ışık yaktığını kolaylıkla anlayabiliriz. Hatırlayalım, Irak'ı işgal edecek ABD ordularına, Türkiye'nin toprakları, hava sahası ve limanları açılmaya çalışılırken, bazılarının "radikaller" diyerek burun kıvırdığı 2 bin - 3 bin duyarlı Müslümandan başka kimsenin sesi ciddi olarak çıkmıyordu. Ne de olsa işin başındakiler bizdendi!
Aynı AKP, şimdilerde Afganistan ve Pakistan'da oluk oluk Müslüman kanı akıtan NATO'da koltuk kapma peşinde koşuyor ve bu durum, muhafazakâr medya organlarına diplomasi başarısı olarak yansıyor. Başka hükümetler yaptığında ortalığı ayağa kaldıracak işler, AKP ile sessiz sedasız yürüyor.
Son olarak Dışişleri Bakanlığı, Afganistan'da 8 yıldır Müslüman kanı döken NATO'ya ait Avacs uçaklarının Konya Hava Üssü'nü kullanmasına izin verdi. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Burak Özügergin, NATO makamlarının Afganistan'daki "operasyonlar" çerçevesinde Türkiye'den Awacs uçaklarının Konya Hava Üssü'nden geçici olarak yararlanması isteğinde bulunduklarını, kendilerinin de buna "ISAF operasyonuna yaptıkları kapsamlı katkılar çerçevesinde" olumlu cevap verdiklerini açıkladı.
CHP hükümette olsaydı ne büyük fırtınalar kopardı, ne manşetler atılır, ne suçlamalar yapılırdı. Fakat AKP yapınca her şey kolaylıkla sineye çekiliyor, herkes susuyor. AKP, adeta bu toplum nezdinde susturucu işlevi görüyor.
Susmayalım kardeşler, bari biz susmayalım...