Avrupa’ya Özgü Sandığımız Irkçılık Meğer Bizim Buralarda da Çokça Müşteri Buluyormuş!

Mehmet Acet yazısında Avrupa’da yükselen ırkçılık hastalığının aynı semptomlarla, Türkiye’de kendini gösterdiğini vurgulayarak ''AK Parti’nin Suriyeliler Sınavı'' başlığı altında değerlendiriyor.

Yeni Şafak/ Mehmet Acet

AK Parti’nin ‘Suriyeliler’ sınavı

İstanbul seçimleri için kampanya döneminin devam ettiği günlerde, başarılarıyla yönettiği ilçeyi Ak Parti’nin kalesi haline getiren bir belediye başkanı aradı.

Benim 31 Mart’ta Karadeniz ve Kürt seçmende Ak Parti’ye verilen oyların Cumhurbaşkanlığı seçimlerine göre düştüğü yönündeki tezime itiraz ediyordu.

“Oylardaki düşüşün asıl nedeni bunlar değil, Suriyelilere gösterilen tepkiler” dedi.

31 Mart öncesi Ak Parti genel merkezinin yaptırdığı anketlerde de bir Suriyeliler başlığının karşımıza çıktığını partinin ilgili yöneticilerinden dinlemiştik.

Acaba gerçekten öyle mi?

“Suriyeliler” meselesi Ak Parti’ye seçim kaybettiren temel bir faktör haline mi geldi?

Sanıyorum başka zamanlarda başka örnekler üzerinden karşılaştığımız gibi, burada da bir tür ‘en kolay tepkiyi en zayıf halkaya gösterme’tutumu söz konusu.

İçinde başka şeyler söyleme arzusu olduğu halde bunun için gerekli cesareti toplayamayanlar, herhangi bir maliyet üretme riski bulunmadığı için Suriyeliler deyip geçiveriyorlar.

Seçim dönemlerinde siyasetçiyi ‘ocağına düşmüş’ halde bulan bir bölüm seçmen için de benzeri bir durum söz konusu.

Örneğin, dürüstçe konuşması halinde “İş beğenmiyorum/bana iş beğendiremiyorlar” demesi gereken birisi, bu cümleyi “Suriyeliler nedeniyle iş bulamıyorum”, seçim dönemlerinde ise, “Suriyeliler nedeniyle size oy vermeyeceğim” cümlesine dönüştürebiliyor.

Bir de vatan toprağını babadan kalma özel tapulu mülkiyetle aynı şey zanneden, Türkiye’de pişen ekmekten bir parça da Suriyeli göçmenlere düşmesini, kendisine ait şeftali bahçesinden hırsızlık yapılması olarak gören bir kafa var tabi.

Avrupa’da yükselen ırkçılık bahsi açıldığında hepimiz sırtımızı koltuğa dayayıp rahat rahat konuşabiliyoruz.

Almanlar şöyle, Holandalılar böyle, Avusturyalılar zaten öyle…

Kendi adıma bu konuşmaları artık eskisi kadar rahat yapabildiğimi söyleyemem yalnız.

Neden derseniz, Avrupa’nın yüzyıllara cari bu hastalığının aynı semptomlarla, Suriyeliler bahsi açıldığı zaman bizim ülkemizde de kendini gösterdiğini gördüğüm için.

Daha açık yazmak gerekirse, Avrupa’ya özgü olduğunu düşündüğümüz, insanları inançları/ırkları/renkleri üzerinden kategorik bir biçimde reddeden ırkçılık türü, meğer bizim buralarda da müşteri buluyor olmuş, bunu gördük.

Bir örnek vereyim.

Avrupa’da yaşayan bir arkadaşım, “Asıl sorun ırkçılar, ya da ırkçı partiler değil” diye söze giriyor.

Devamında da, “Asıl sorun, ırkçı partilerin söylemlerine olan rağbeti kesmek için, ırkçı olmayan partilerin o söylemlere yakın bir dil kullanması” diyor.

Kendi cümlelerimizle bir teşbih yapalım.

Örneğin Almanya’da bir faşist, “Türkler defolsun gitsin” dediği zaman, özünde Türklerin defolup gitmesi yönünde bir politika izlemeyen diğer partiden bir siyasetçi, bu söylemi dengelemek için “Türkler de adam olsunlar” anlamına gelen bir davranış kalıbının içine sürükleniyor.

İşin ucunda oy alma kaygısı var sonuçta.

Orası öyle ama aslı varken taklidine olan rağbet azalınca, toplamda ırkçı partilerin Avrupa’daki yükselişleri devam ediyor.

Son dönemde benzeri bir siyasi atmosfere, Suriyeliler üzerinden bizim buralarda tanıklık ediyoruz.

2011’den itibaren savaştan kaçıp gelenler için “açık kapı” politikası uygulayan, ‘Ensar/Muhacir’ teşbihiyle bu politikanın arkasını dolduran Ak Parti, “Defolupgitsinler” propagandasının ürettiği siyasi iklim karşısında önceki pozisyonunu korumakta güçlük çekmeye başladı.

Son günlerde, Suriyeli göçmenlere dönük olarak yürütülen yeni uygulamaları takip ediyor olmasınız.

Pazartesi günü İstanbul Valiliği, Düzensiz Göçle Mücadele başlıklı bir açıklama metnini kamuoyu ile paylaştı.

Kayıtları başka ilde olup da İstanbul’da yaşayan Suriyelilerin kayıtlı oldukları ile dönmeleri için 20 Ağustos’a kadar süre tanındı.

Normalde yeni olan bir şey yok burada.

Yani herkesin kayıtlı olduğu ilde kalma zorunluluğu önceden de vardı.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Göç stratejisi değişmiyor. Ama düzeni ve kamu düzenini muhafaza etme açısından adımlarımızı atmaya devam edeceğiz.” diyerek bu yeni uygulamanın çerçevesini çizdi.

Soylu’nun bu konudaki iyi niyetinden kuşku duymuyorum.

Kendisinin genel yaklaşımının savaş mağduru insanlara sahip çıkan bir çizgiye sahip olduğu da su götürmez bir gerçek.

İstanbul Valisi Ali Yerlikaya da, Suriyeli göçmenlerin entegrasyonu anlamında Gaziantep’te uyguladığı başarılı modellerle tanınan, bu anlamda rüştünü ispat etmiş birisi.

‘Kamu düzenini muhafaza’ niyetiyle yapılan işlere kimsenin diyeceği bir şey olamaz.

Ama bu yaklaşım sergilenirken 8 yıllık politikada bir değişiklik olmadığı biraz daha güçlü şekilde dillendirilmeli.

Öbür türlü, Suriyeliler defolsun gitsin diyenlerle aradaki farkın ne olduğu anlaşılamaz hale gelebilir.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!