"Yamyamlığın Afrika veya Avustralya yerlilerine mahsus bir durum olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Gerçek yamyamlar Avrupa'dadır."
Bu sözler bana değil, geçen yıl çıkan "Mumyalar, Yamyamlar ve Vampirler" adlı kitabıyla Avrupa ve Amerika'da hararetli tartışmalara sebep olan Durham Üniversitesi hocalarından Richard Sugg'a ait. Dr. Sugg'a göre Avrupa'da kökeni epey eskilere dayanan bir yamyamlık, yani insan eti, kanı, yağı, kemiği vs. tüketme geleneği vardır ve bu âdet öyle Ortaçağ'a mahsus da değildir. Bizim güya "Aydınlanma dönemi" dediğimiz 18. yüzyılda dahi bu gelenek geçerlidir. Dahası, sadece fakir kulübelerinin yer sofralarında değil, muhteşem sarayların şaşaalı yemek masalarında da kafatası tozu veya mumya parçalarına rastlayabilirdiniz. "Geo" dergisi geçen sayılarından birinde bu çarpıcı dosyanın kapağını nasılsa açtı ve yamyamlığın "Avrupa'nın karanlık sırrı" olduğunu ifşa etti. Ancak Türkiye'de kimsenin böylesine önemli bir dosyayı görmemesi de ilginçti. Hem de Avrupa'nın bizi katliam yapmakla, barbarlıkla suçladığı bir zamanda gelen bu sessizlik hayret ve ibret vericiydi.
Öyle ya, yamyamlığı suçlama konusu yaparak hep sınırlarının dışına taşımış olan Avrupa, bu bilgiler ışığında bakıldığında yamyamlığın dünyada en uzun süre yaşadığı kıta haline geliyordu. Böyle bir kıtadaki Aydınlanma'nın biraz kanlı olması, onun pazarlanmasını zorlaştıracaktı ister istemez. Bu yüzden hem Sugg'un kitabını, hem de "Geo"nun haberini gündeme getirmenin tam zamanı diye düşündüm.
Beyazları bir kazanda pişiren Afrikalı yamyamlar imajı, Batı karikatüründe en sık tekrar edilen temalardandır.
Avrupa'nın 16. yüzyıldan itibaren kendisi dışındaki dünyayı şeytan olarak görmeye başladığını, böylece onların her türlü aşağılanma ve köleleştirilmeyi hak ettiği yolunda bir zulüm ideolojisi geliştirdiğini biliyoruz. Böylece kıtalarında bal gibi yaşayan yamyamlığı kendi ahlakî ve coğrafi sınırlarının dışındaki kıtalardaki barbarlığın simgesi olarak sunmuşlardı. İnsan eti yiyenler sapkınlardı. Hemcinsini yiyenler ancak 'yabaniler' olabilirdi. Uygar toplumda bu düşünülemezdi. Ancak bu görüşün geçersizliği açık. 19. yüzyıl Danimarka'sında bile başı kesilen mahkûmların altında ellerinde kaplarla bekleşen insanlar görmeniz mümkündü. Özellikle gençse başı kesilen mahkûmdan akacak taze kanın sara hastalığına iyi geldiğine inanılırdı. Bu geleneğin çok eski bir geçmişi var. Bir yandan Keltlerde kurban edilen bir insanın kanının kutsal bir kâsede toplanıp içilmesi geleneği vardı ve bu, Hıristiyanlıktan sonra Aşa-i Rabbani ayinine dönüşmüştü, yani ekmeği şaraba batırıp yeme geleneğine. Keltler bu kanın insanı iyileştirdiğine inanırlardı. Keza Roma'da cesetleri arenaya serilen güçlü gladyatörlerin vücutlarından alınan kanı hastalara içirilirdi.
İşin şaşırtıcı tarafı, bu uygulama, 19. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiş. Hatta idam edilen mahkûmun kanını içen kişinin ağzını sildiği mendil dahi elden ele dolaştırılarak şifa umulmuş (Sugg, sayfa 81).
Mezar açma, 'tıbbi yamyamlığın" en yaygın biçimlerindendi.
Hatta 15. yüzyılda Papa VIII. İnnocent ölüm döşeğindeyken kendisine kandırılarak öldürülen 3 geç kurbanın kanı içirilerek iyileştirilmesi umulmuş. Ancak bu tedavi işe yaramamış ve Papa 25 Temmuz'da hayatını kaybetmiş. Onu bu yolda yalnız bırakmayan başka papaların olduğunu da biliyoruz. (sayfa 17 vd.)
Fakat bu uygulamanın sadece papazlar ve halk arasında değil, anlı şanlı saraylarda da geçerli olması dikkat çekici. Şu Kanuni'nin "Sen ki Fransa Kralı Françesko'sun" diye hitap ettiği I. François, yanında ufak bir mumya parçası taşırmış. Bu arada Bilimsel Devrim'in filozofu olarak selamlanan Francis Bacon da mumya parçasının kanı durdurmaya yarayışlı bir ilaç olduğuna inanırmış!
Bu arada İngiltere Kralı II. Charles'a ölüm döşeğinde bol bol kafatası tozu içirmişler, çünkü acılarını dindirdiğine inanıyorlarmış. Zaten İngiltere'de Stuart hanedanının özel merak konusudur "ceset tıbbı". Bu arada Danimarka Kralı IV. Christian'ı unutursak haksızlık etmiş oluruz.
Velhasıl modern Avrupa'da 200 yıl boyunca zengin olsun, fakir olsun, tahsilli veya cahil hiç fark etmez, herkesin az veya çok düzenli olarak yamyamlık yaptığını yazıyor Richard Sugg. Tabii insan yağının da şifa kaynağı olduğuna inanılıyor, vücuda merhem olarak sürülüyor veya yakı olarak yapıştırılıyordu.
Şu halde gerçek yamyamlar kimlerdi? Yabani ve ilkel denilenler mi, yoksa bu işi kitabi olarak yapan eğitilmiş Avrupalı seçkinler mi?
Özellikle genç insanların idamı bu tür şifa bekleyen hastalar için umut kapısıydı. Ünlü tıp adamı Paracelsus'un öğrencisi kimyacı Johann Schroeder, ölü bedenin nasıl bir hayat iksiri haline getirilebileceğini şu sözlerle ifade eder:
"Cinayet sırasında ölmüş 24 yaşında esmer birinin kadavrası bir gece ay ışığında bekletilmelidir. Böylece kokusuz, tütsülenmiş bir et gibi olur."
Neden esmer tenliler tercih ediliyor derseniz, o zamanlar koyu derililerin daha sağlıklı olduklarına inanılırmış da ondan.
Nitekim Hilmi Yavuz, "Kim insan eti yiyor?" (Zaman, 6 Ocak 1998) başlıklı yazısında "Orange hanedanından William'ın taht üzerindeki taleplerini destekleyen bir Protestan gürûhunun, Cumhuriyetçi Parti Başkanı John De Witt'i önce öldürdükleri, sonra da pişirip yedikleri"ni yazmış ve eklemişti: John De Witt, filozof Spinoza'nın arkadaşı ve koruyucusudur!
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, tarihte hemcinsinin et ve kanına (yağ ve kemiğine de) bu denli iştahla yaklaşmış olan Avrupa, her zaman olduğu gibi yamyamlığı (ve barbarlığı) kendi dışındaki kıtalara postalamayı bilmiş ve kanlı tarihini karanlığa gömmeyi, kendisini Aydınlanma kıtası olarak sunmayı başarmıştır. Ancak artık bu karanlık taraf da "aydınlanmakta", hatta "kızarmaktadır". Richard Sugg'un dediği gibi, çoğunlukla Ortaçağ usulü bir tedavi kılığında sunularak meşru gösterilmeye çalışılan "tıbbi yamyamlık", tam da modern İngiltere tarihinin sosyal ve bilimsel devrimlerinin zirveye çıktığı bir zamanda gerçekleşmişti. Demek ki, Aydınlan-ma'nın karanlık yanının da aydınlatılmaya ihtiyacı bulunuyor.
ZAMAN