Aslı Nur Düzgün / Anadolu Ajansı
Avrupa’da ortaya çıkan nefret anlatılarında Müslüman azınlıkları hedef alan söylemler, bütüncül bir perspektifle İslam dinine yöneltilmeye başladı. “Değerler çatışması” (clash of values) olarak tanımlanan konular, “Avrupa evi”ne alınmak istenmeyen Müslüman yabancılarla başlayarak din düşmanlığına taşındı. İslamofobi kavramsallaştırmasının tekrar tartışmaya açılmasına sebep olacak bu düşmanlık ve saldırganlık, İslamiyet’e ve mensuplarına yönelen yeni bir tür antisemitik dalga olarak algılanıyor. Birbirini besleyen İslam ve Müslüman nefreti anlatılarıyla inşa edilen “düşman” algısı, Müslümanları “aşağı” olarak damgalıyor, zenofobik, saldırgan, yeni-ırkçı nefret söylemlerinin odağına oturtuyor ve bu söylemler Avrupa’da aşırı sağcı siyasi partiler ve radikal gruplar tarafından araçsallaştırılıyor. Özellikle Norveç, İsveç, Almanya, İngiltere ve Fransa’da ardı ardına patlak veren İslam karşıtı olaylar, yeni-ırkçılığa evrilen nefret anlatıları yoluyla bir grup insanda ortaya çıkan patolojik nevrotik kaygı ve bu kaygıdan doğan varoluşsal güvensizlikleri de açığa vuruyor. Avrupa’da aşırı sağ partilerle yüzeye vuran bu ötekileştirme ve popülist anlatılar, toplumların bir kısmı tarafından kabul görüyor; fakat bu kabulün sosyo-psikolojik arka planı çoğu zaman göz ardı ediliyor. Ne var ki gelişmelerle birlikte doğru teşhislerin konulamamasının, doğru tedavi yönteminin de bulunamamasına yol açacağı bir gerçektir.
İsveç’te Müslümanlar ve aşırı sağcı gruplar arasında artan gerilimin ardından, Norveç’in başkenti Oslo’da Sian üyesi aşırı sağcı bir grubun Kuran-ı Kerim sayfalarını yırtarak İslam’a ve Kur’an’a hakaretler yağdırması büyük tepkilere neden oldu. Akabinde yine İsveç’te bir mescidin önüne, üzerine tehdit içeren nefret söylemleri yazılmış ve ardından yakılmış Kuran-ı Kerim sayfaları ve domuz pastırması bırakıldı. Fransa’da Charlie Hebdo dergisinin, 2005’te Danimarka’da yayımlanan karikatürleri tekrar yayımlama kararını ilan etmesi de düşmanlığın İslam dinine yöneltildiğini tekrar kanıtladı. Fransa cumhurbaşkanının İslam’ı “krizde bir din” olarak tanımlamasıyla daha da artan gerilim, İslam karşıtlığı anlatısının popülist siyasetçiler tarafından bir propaganda aracı olarak sürekli olarak nasıl üretildiğini de göstermiş oldu. Tüm bu gelişmeler, Avrupa’da bir tür yeni kültürel-ırkçılık (yeni-ırkçılık) ya da İslam karşıtlığı dalgası olduğuna dair söylemleri artırıyor.
Bu toplum zemini İslam dinine karşı sıradan kaygılara sahip değil ve aşırı kaygılarının en temel sebebi, İslam dininin doktrinlerini bilmemek, yani dini tanımamak. İslam dinini tanımadıkları, bilmedikleri halde biliyormuşçasına ahkam kesmeleri ya da onu dar kalıplara sığdırma çabaları ise nevrotik kaygılarını tetikleyen ilk ve en önemli etken. Dolayısıyla bu insanlar pek çok türe ayrılan cehalet kavramı içinde, bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen ama buna rağmen en doğruyu bildiğini iddia eden “derin cehalet” kısmında yer almaktalar. Bu nokta, üzerinde durulması gereken en önemli nokta; çünkü “insan bilmediğinin düşmanıdır” argümanını kanıtlarcasına, bütün bir düşmanlık binası bu temel üzerinde yükseliyor. Avrupa’da bir grup insan, varoluşlarına tehlike olarak tanımladıkları İslam dinine ve dolayısıyla Müslümanlara karşı patolojik nevrotik bir kaygı içindeler. Yaşadıkları kaygının normal veya sıradan bir kaygı olmadığı ise bu kaygıyı tolere edememeleri dolayısıyla gösterdikleri saldırganlıklarla açığa çıkıyor.
İnançları hakkındaki eleştirel tutumlara açık olmaları dayatılan Müslümanların özgürlükleri hiçe sayılıyor. Bu konular ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, eleştirilebilirlik söylemleri dahilinde ele alınırken, Müslümanların en temel hakkı olan din ve vicdan özgürlüğünün sınırları aşılıyor. İslam’ın doktrinlerine ve Müslümanlara şiddet içeren, aşağılayıcı ve alaycı eylemlerle saldırılırken hukuki sınırlar da göz ardı ediliyor.
Birincisi, İslam dinini yanlış yorumlayarak şiddete meyleden, yaptıkları eylemlerin İslam diniyle uzaktan yakından ilgisi olmamasına rağmen kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan insanların varlığıdır. Bu şiddete meyilli insan grubu, İslami değerleri temsil etmedikleri gibi, İslam dininin yanlış algılanmasına sebep olmakta ve Müslümanların da mücadele etmesi gereken bir zihniyeti temsil etmektedirler. Bir diğer sebebi ise Avrupa’nın Müslümanlara karşı bütüncül önyargılı, ötekileştirici ve üstenci bakış açısıdır; İslam dinini tanımadan, Müslümanları bütünüyle aynı kalıba koyarak “geri kalmışlık”, “Avrupa’ya göre aşağıda olma”, “şiddete meyil”, “terörizm” gibi kavramlarla yaftalamaktalar. Bunun yanı sıra antisemitik geçmişini unutarak, bugün daha geniş bir çerçevede İslam düşmanlığı yapan Avrupa toplumlarının bir kısmının, aslında nevrotik bir kaygı yaşadığı da açıktır.
Kierkegaard korkuyu, bir nesnesi olan belirli, gerçek bir tehdit olarak tanımlarken kaygının nesnesinin olmadığını söyler; başka bir deyişle, insanlar gerçekte olmayan şeyler için kaygılanırlar, tıpkı Avrupa örneğinde olduğu gibi… Ancak kaygılar da kendi içinde çeşitlenirler. Normal kaygı düzeyi, hayatta var olan fiziksel ve varoluşsal tehdit ihtimalleri dolayısıyla her insanda bulunurken nevrotik kaygı düzeyi olarak adlandırılan kaygı her insanda bulunmaz. 13. yüzyılda “Gönül: Bir damla kan ve binlerce endişe” diyen Hâfız-ı Şîrâzî’nin tanımladığı şekliyle algılayabileceğimiz normal kaygıyı taşıyan bireyler, yapıcı bir şekilde bu kaygılarla yüzleşebilir, tolere edebilir ve dahası değişime açık hale gelirler. Nevrotik kaygı ise genellikle diğer insanları kendi varoluşlarına tehdit olarak algılayan insanlarda görülür. Kim olduklarına dair refleksif bir algıya sahip olmayan bu insanlar için, varlıklarının gerçekten tehdit altında olup olmadığı önemli değildir. Önemli buldukları, yaşadıkları yüksek kaygı duygusunun deneyimidir ve varoluşlarının tehlike altında olduğuna inanırlar.
Psikanalist R. D. Laing bu patolojik kaygıyı “pek çok insanı varoluşuna tehlike olarak algılayan” bir grup şizoid ve şizofrenik hastaya ait bir durum olarak nitelendiriyor. Nevrotik kaygıya sahip bireyler, normal kaygıya sahip olan bireylerden farklı olarak, hayatta gerçekleşebilecek tehditler karşısında, kontrol edememe acizliğine karşı aşırı tepkiseldirler ve katı bir değişmezlik içinde bulunurlar. Karen Horney varoluşsal güvenlik duygularının tehdit altında olduğuna inanan insanların çaresizlik duygusuna kapıldıklarını ve çaresizliklerine sebep olduğunu düşündükleri insanları da “düşman” ilan ettiklerini söyler. Bu çok öznel ve genelleştirilemez nevrotik kaygı ve tepkiler Paul Tillich tarafından Naziler örnek gösterilerek tanımlanırken, Rollo May ise faşizmin ortaya çıkışını ve güç kazanmasını bu patolojik kaygıyla ilişkilendirmektedir. Dolayısıyla Avrupa’da yükselen popülist aşırı sağ anlatılar, toplumlar içinde kendisine böylelikle zemin bulmaktadır. Müslüman düşmanlığıyla başlayan bu nevrotik kaygılar İslam karşıtlığına ya da düşmanlığına evrilmiş durumdadır. Avrupa’nın Holokost anlatısı üzerine inşa ettiği birliğini, İslam düşmanlığı üzerine yeniden inşa ettiği ötekileştirme anlatılarıyla nereye götürmekte olduğu ise sorulması gereken asıl sorudur.
[Lisans ve yüksek lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi’nde tamamlayan Aslı Nur Düzgün İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir]