Hasan Ayer / Perspektif.eu
Avrabiya (Eurabia): Bir kehanetin anatomisi
Son yıllarda Atlantik’in her iki tarafında Avrupa’yı lanetlenmiş ve istila altında olan bir kıta olarak gören düşünsel bir zemin oluşmaya başladı. Bu anlatıya göre, komünizm, faşizm ve nazizm tehdidini yenen Avrupa, şimdi yeni ve çok daha çetin bir düşmanla karşı karşıya: İslam.
Kıtanın kendi kültürel geleceği ve elde ettiği kamusal özgürlükler için bu sözde “kolonici kozmik düşman”a karşı birleşmesi gerektiği çağrısını yineleyen bu entelektüel zemin, Bat Ye’or (Gisele Littman) adındaki Mısır doğumlu Yahudi yazar tarafından Avrabiya (Eurabia) olarak kavramsallaştırılmıştır. 21. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da Müslümanların demografik olarak çoğunluğu oluşturacağını dolaşıma sokan Avrabiya anlatısı, kıtanın mevcut kamusallığının tasfiye edileceğini, Hristiyanlığın yok olacağını ve Hristiyanların zımni statüsünde muamele göreceğini, kiliselerin ve katedrallerin yerini camiilerin alacağını, Paris’ten Londra’ya kadar ezan seslerinin duyulacağını, sözde “İslami barbarizmin” nihai aşamasının homoseksüelleri ve zanileri yok etmek suretiyle azınlıklara zulmedeceğini ve liberaller ile çokkültürcülerin siyasi doğrucu söylemlerinin bedelini çok ağır bir biçimde ödeyeceğini iddia ediyor.
Sindre Bangstad gibi uzmanlar, Avrabiya literatürünün oldukça zengin ve farklı formülasyonlara sahip olduğunu belirtse de, bu makale Avrabiya’nın Bat Ye’or tarafından formüle edilen versiyonuna odaklanacak. Zira Bat Ye’or isimli yazar, gerek Avrupa’daki gerek de ABD’deki counter-jihadist çevreler tarafından teorinin düşünsel peygamberi olarak değerlendiriliyor. “Eurabia: The Euro-Arab Axis” adlı kitabında Bat Ye’or, Avrupa Birliği ve Kuzey Afrika ile Orta Doğu’daki Müslüman çoğunluğa ev sahipliği yapan ülkelerin, 70’li yıllarda yürürlüğe konulan Avrupa-Arap Diyaloğu (Euro-Arab Dialgoue – EAD) himayesinde gizli bir komplo kurguladığını iddia ediyor. Buna göre, Avrupa’daki siyasi elitler ile Orta Doğu elitleri arasında gizli bir anlaşma yürürlükte ve bu anlaşmanın amaçladığı şey ise, yukarıda da vurgulandığı üzere Avrupa’nın gelecekte Müslüman kontrolündeki bir “Avrabiya” hâline dönüştürülmesi.
İslam’ın truva atı: Avrupa-Arap diyaloğu
Radikal sağ siyaset üzerine oldukça detaylı incelemeleri olan gazeteci-yazar Matt Carr, Bat Ye’or açısından EAD’nin sadece siyasi bir düzlemde vuku bulan bir anlaşma olmadığını belirtir. Bat Ye’or’a göre EAD, kitleler üzerinde kültürel hegemonya kurmayı amaçlayan bir stratejiyi Avrupa siyasetinin ana akımına oturtmuştur. Ye’or şu iddialara sahiptir:
- Avrupa’daki medya ve üniversiteler Arap ve İslam propagandasına maruz kalmıştır ve bu propagandayı yapmak için yeni baştan yapılandırılmışlardır.
- Avrupa medeniyetine İslam’ın katkıları sunulurken ve bunun gerek medya gerek de üniversiteler düzeyinde propagandası yapılırken, Yahudi-Hristiyan mirastan asla söz edilmemektedir.
- Euro-Mediterrian Foundation for Different Cultures and Civilization gibi AB tarafından benimsetilen teşvikler aracılığıyla kıtadaki muhalif sesler bastırılmış ve kitleler üzerinde Orwell’ci bir düşünce kontrolü mekanizması yürürlüğe konmuştur.
- Günün sonunda anti-Amerikancı bir Avrupa ana akımı yaratılmış ve bu anti-Amerikancılık kendisini antisemitist ve Filistin yanlısı bir tutumla da birleştirmiştir.
Bu süreç, Bat Ye’or tarafından şöyle dile getirilmiştir:
“Bütün bu yaşananlar; bizleri kör eden, kendi değerlerimizden nefret etme ve kendi tarihimizi yok etme istencini bize aşılayan bir zımni ruhu yaratmıştır. Bununla da kalmayarak Avrupa’yı ‘batmakta olan bir kıta, hatta yolcuların umutsuzca bir yerden bir yere koştuğu devasa bir Titanik enkazı’ hâline getirmiştir.”
Carr, Avrabiya komploculuğunun sadece faşist eğilimliler tarafından benimsenmediğini, Melanie Phillips gibi Daily Mail liberallerinden Niall Ferguson ve Martin Gilbert gibi ana akım tarihçilere kadar geniş bir spektrumda birçok kişi tarafından benimsendiğini belirtmektedir. Bu açıdan bakıldığında, radikal sağ iletişim stratejilerinin ve Avrabiya gibi komplo teorilerinin geldiğimiz noktada sadece counter-jihadist networklerle sınırlı kalmadığına şahit olmak, aşırı sağın merkez ve ana akım üzerindeki temerküz kapasitesine ilişkin çok daha ciddiye alınması gereken bir durumu gösteriyor. Meseleyi ciddiye almak, radikal sağın normatif çerçevesini ve unsurlarını hakiki bir biçimde incelemekten geçiyor. Bu bağlamda, argümanları gittikçe ana akımlaşan Avrabiya komplo teorisinin Müslüman imgesini nasıl bir çerçeveye oturttuğunu inceleyerek ilk adımı atabiliriz.
Kehanetin imgeleri: Zımni vs Müslüman
Avrabiya literatüründe, homojen sınırlarla çerçevelendirilmiş bir Müslüman imgesi dolaşıma sokulmaktadır. Müslümanların “kolonici”, “barbar” ve “istilacı” olarak değerlendirildiği metaforik bir politik dil inşa eden Avrabiya, bilhassa Müslümanlara yönelik önyargıların zirve noktasına ulaştığı 11 Eylül sonrası süreçteki kitlesel histeriler ve korkular üzerinde tepinmek için uygun zemin bulmuştur. Bu bağlamda, kıtanın lanetlendiği ve sadece demografik olarak değil, kültürel açıdan da intihara sürüklendiği tezleri git gide görünürlük kazanmaya başlamıştır. Örneğin, Avrabiya kehanetinin takipçilerinden olan meşhur İtalyan Gazeteci-Yazar Oriana Fallaci, Wall Street Journal’deki röportajında şu sözleri kullanmaktaydı:
“Avrupa artık Avrupa değil, İslam’ın bir kolonisi hâline gelen Avrabiya’dır. Kıtada İslami işgal yalnızca fiziksel anlamda değil, aynı zamanda zihinsel ve kültürel anlamda da ilerlemektedir.”
Fallaci’nin yukarıda aktarılan tasavvurunu layıkıyla anlamak adına, Avrabiya’nın ortaya koyduğu Müslüman algısını incelemekte yarar var:
- İlk olarak, Avrabiya’daki Müslüman imgesi grup-içi farklılıkları gözardı eden ve Müslümanları yekpare bir kültürel blok olarak değerlendiren bir çerçevelendirme siyaseti izliyor. Bu homojen kültürel blok, Müslüman grupları bütünüyle dinî fundamentalizme teşne bir siyasi havzaya oturtur. Ardından bu çerçevelendirme, kolektif bir grup olarak Müslümanların demokratik bir sosyo-politik tasavvurdan uzak bir kültürel yapıya sahip olduğu fikri ile birleşerek “sadakatsiz Müslüman” imgesini dolaşıma sokar. İnşa edilen bu imge sayesinde, kültürel farklılıklara ilişkin bir retorik devreye sokularak Müslümanların demokratik değerleri içselleştiremeyecek bir kültürel yapıya sahip olduğu tezi savunulur. Bu da beraberinde Avrupa kültürünün “üstün”, İslami kültürün ise bütünüyle “gerici” yahut “bağnaz” olarak nitelendirildiği bir kültürel dikotomiye kapı aralamaktadır.
- Birinci madde ile bağlantılı olarak, Avrabiya içerisindeki Müslüman imgesi bütünüyle özcü bir bağlamda ele alınmaktadır. Kültürel değişime ve söylemsel dönüşüme kapalı bir grup olarak Müslüman algısı, özcü bir anlatı inşa ederek dinî fundamentalistler ile aşırılıkçıları ana akımmış gibi göstermektedir ki bu durum, Avrupa’da yaşayan Müslüman gruplar arasında hakiki ve nüanslı bir ayrım yapmayı engeller. İslam, İslamcılık, dinî bir kategori olarak Müslümanlar ve etnik bir kategori olarak Müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmayan Avrabiya, Müslüman gruplar arasındaki çeşitlilikleri yok saymaktadır.
- Avrabiya diskuru içerisindeki birçok yazar, Batılıların doğum oranlarının Müslüman gruplara oranla daha az olduğunu iddia ederek Müslümanların bilinçli olarak doğum yaptığını dile getirirler. Bu bağlamda, doğum oranları üzerinden bir söylemsel çerçeve inşa eden kimi Avrabiyacılar, Avrupa’nın Avrabiya evresine şu an geçmediğini, ancak Araplaşma sürecinin başladığını iddia etmektedir. Örneğin, Kanadalı neo-muhafazakar köşe yazarı Mark Steyn, Müslümanların er meydanında Avrupalılar karşısında hiçbir şansları olmadığını bildikleri için bilinçli olarak ürediklerini iddia etmekte ve konuya ilişkin şunları dile getirmektedir: “Geniş ölçekte Batı dünyası olarak adlandırdığımız şeyin büyük bir kısmı bu yüzyılı atlatamayacak ve belki de Batı Avrupa ülkelerinin hepsi olmasa bile önemli bir kısmı, fiilen yok olacak.”
- Avrabiya, bir açıdan gücünü farazi (hypothetical) bir çoğunluğun Avrupa’yı ele geçireceğine ilişkin ürettiği söylemden almaktadır. Farazi bir Müslüman çoğunluğun İslam sancağını Avrupa’da dalgalandıracağını ve Avrupa’nın farazi bir gelecekte şeriat boyunduruğuna gireceği çağrısını yineleyen bu islamofobik fantazya, pesimist bir gelecek tasavvurunu içerisinde barındırmaktadır. Buna göre, “islami barbarizmin” son kertedeki zaferi, tarihi tekrar tekerrür ettirmek suretiyle Hrisiyanların ve Yahudilerin baskı altına alındığı bir Avrupa kamusallığını yaratacaktır. Seküler toplumun yerini alacak dinsel toplumsal yapı, sokaklarda esmer ve Burkalı kadının “cirit attığı”, “sarışın ve mavi gözlü” Hristiyan kadınının ise bir zımni statüsüne indirgenerek boyunduruğa alındığı bir kabus senaryosuna kapı aralamaktadır.
Yukarıdaki maddelerde de görüleceği üzere, Avrabiya, Avrupa’nın mevcut durumuna ve geleceğine ilişkin bir “tasvir” ortaya koymaktadır. Öte yandan, Avrabiya’nın hâlihazırda araçsallaştırdığı metaforlar ve ortaya koyduğu imgeler sadece olan bitenin betimsel bir portresini ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda müesses nizam karşıtı (anti-establishment) bir yapı da ortaya koyuyor. Bu yüzden Avrabiya’nın bir tür politik duruşu içselleştirdiğini ve sistem karşıtı bir tabiata sahip olduğunu vurgulamak hayati öneme haizdir. Zira Avrabiyacı kehanet, Avrupa’nın kültürel intiharının tohumlarını atanların kıtanın bağrından çıkmış ve kıtayı Arap dünyasına peşkeş çekmiş liberaller ile merkez-sol elitler olduğunu iddia etmektedir.
Toparlamak gerekirse, delüzyonel bir islamofobiyi sistem karşıtlığı ile harmanlayan Avrabiya, “öteki”nin kategorik olarak imhasını salık veren politik diliyle Avrupa’daki Müslüman gruplara bir cehennem yaratmakta kararlı gibi gözüküyor ve bu kararlılığını pseudo-academic bir bağnazlığa ve Müslüman gruplara ilişkin gerçekdışı bir kültürel antropolojiye oturtuyor.