Avrupa'da aşırı sağın yükselişine dair aceleci yorumlardan kaçınılmalı!

Sinan Baykent, AP seçimlerinde sağ partilerin oy oranlarını yükseltiyor olmasının "faşizmin zaferi" olarak değerlendirilemeyeceğini ifade ediyor.

Sinan Baykent / Fikir Turu

“Faşizm geri gel(m)iyor!”: Avrupa Parlamentosu seçimlerine alternatif bakış

Hayır, 1930’larda değiliz. Ve hayır, “faşizm” geri gelmiyor.

10 Haziran’da gerçekleşen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri ulusal sağ(lar)ın kıta genelindeki ilerleyişini tescilliyorsa da magazinsel klişelerin ötesindeki nesnel olguyu anlamlandırmaya çalışmak daha yararlı.

720 sandalyeli AP’nin yeni dönem üyelerini tâyin etmek üzere 27 ülkeden milyonlarca Avrupalı dün (bazı ülkelerde geçtiğimiz hafta içinde) sandığa gitti. Dünyada savaş tamtamlarının gitgide daha duyulur hâle geldiği – ve bazı yerlerde çalınmaya başladığı – bir bağlamda, 2028-2034 bütçesini yeni seçilen Parlamento’nun oylayacak olması da kaydedilmeli.

AP seçimleri evvelinde artık neredeyse bir “âdettir”: Her kampanya sürecinde uluslararası basının önde gelenleri “yaklaşan” bir “kahverengi dalga”dan bahseder. “Kahverengi” esprisi burada Nasyonal Sosyalist Almanya’da varlık belirten SA (Sturmabteilung – Hücum Kıtaları) birliklerinin üniforma rengine atıfta bulunur.

Yine her AP seçim akşamı, sonuçların yayımlanmasını müteakip, “yükselen aşırı sağ”a dikkat çekilir. Doğru, her AP seçiminde ulusal sağ(lar) geçmişe kıyasla biraz daha gelişir(ler), serpilir(ler) ve kazanım elde eder(ler) ancak hiçbir zaman monoblok bir çekim gücü ete kemiğe büründürmez(ler).

Haziran 2024 AP seçimlerinde de senaryo – irili-ufaklı bazı ülke örnekleri müstesna – değişmedi.

Evet, gerek sağ-popülistler gerekse de ulusal-muhafazakârlar başarılı bir grafik çizdiler, çiziyorlar – bu yadsınamaz. Bazı ülkelerde ulusal siyâseti tepetaklak dahi ettiler. 27 ülkenin ortalaması alındığında ve sandalye sayıları üst üste konulduğunda ancak “ikinci en büyük blok” sayılıyorlar.

Ulusal sağ(lar)ın mutlak anlamda başardığı iki husus var. İlki, Avrupa’nın yerli proletaryasının “ekmek” dâvâsının bayraktarlığını üstlenmek. İkincisi ise orta sınıfın “güvenlik ve yaşam tarzı” kaygılarını siyasallaştırmak.

Bu iki dinamiğin buluştuğu müşterek alan ise İslâm ve Müslüman düşmanlığı. Böylelikle ulusal sağ(lar)ın bizzat şekillendirdiği “makro-konsept” tekâmülünü tamamlıyor ve arz-ı endam ediyor.

Fransa’yı erken seçime götüren Ulusal Birlik zaferi

Fransa’da Marine Le Pen’in himâyesinde partideki hiyerarşik kademeleri hızla tırmanan 28 yaşındaki Jordan Bardella liderliğindeki sağ-popülist Ulusal Birlik (Rassemblement National), seçimlerde tarihinin en iyi skorunu elde etti ve yüzde 30 bandını aştı. En yakın rakibinin – ki bu Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un partisi – iki katını aşkın bir oy oranına sahip olan Ulusal Birlik, Avrupa’da sağ-popülistlerin lokomotif partisi durumunda.

Bardella seçim kampanyasını “Macron gitsin mi, kalsın mı?” referandumu zaviyesinden ele aldığını belirtmiş, olası bir zafer senaryosunda ise Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’dan ulusal meclisi lağvedip erken seçime götürmesini talep edeceğini vurgulamıştı.

Mevzubahis talebi yinelemeye fırsat dahi bulamadan, Macron inisiyatif kullandı ve Fransa’da meclisi feshederek erken seçiminin kapısını araladı. Kararın ardından Bardella, şahsî sosyal medya hesabından şunları yazdı:

Fransa için yeni bir çoğunluk teşkil etmeye hazırız. Fransızları saflarımıza katılmaya dâvet ediyorum.

Bardella Macron’u “Fransa’yı Rusya’yla doğrudan karşı karşıya getirmek”le suçlamış ve Ukrayna’daki savaşa Fransız ordu birimlerinin katılmaması gerektiğini ifâde etmişti. Macron’un partisi son AP seçimlerine kıyasla 10 puana yakın bir kayıp yaşadı.

Fransız Cumhurbaşkanı geçtiğimiz günlerde Normandiya Çıkarması’nın yıl dönümünde “demokrasilerin otokrasi karşısında cesaret göstermesi gerektiğinin” altını çizen bir hitapta bulunmuş, Ukrayna’nın daha büyük bir azimle desteklenmesinin icap ettiğini söylemişti. Denebilir ki, seçim sonuçlarıyla birlikte Fransız halkı “küresel demokrasinin savunulması” için cebinden para harcamak istemedi.

Şimdiden bir öngörüde bulunmak güç ancak erken seçim ertesinde Fransa’nın bir “yumuşak geçiş” denemesiyle “cohabitation”a (birlikte yaşama) zorlanacağı kanaatindeyim. Başka bir deyişle Macron, içinde Ulusal Birlik’in de bulunduğu bir hükûmetle çalışmaya mahkûm kalabilir.

Almanya’da AfD skandallara rağmen ikinci sırada

Almanya’da sağ-popülist AfD’nin (Almanya İçin Alternatif) liste başı adayının (Maximilian Krah) ismi birçok “skandalla” anılmasına karşın seçimde parti tarihinin en yüksek oy oranına ulaşıldı.

Krah, bundan birkaç ay evvel bir İtalyan gazetesine verdiği demeçte, “İkinci Dünya Savaşı’nda SS birliklerine katılan herkesin otomatik olarak kriminal olduğunu düşünmüyorum” demişti.

Dahası, Krah’ın sağ kolu olan yardımcısı Jian Guo’nun Çin istihbaratına çalıştığı iddia edildi. Yetmedi, AfD listesinin 2 numarası Rusya’dan para almakla itham edilirken, 3 numara Björn Höcke ise “Nazi” söylemlerde bulunduğu (2021 yılında yaptığı bir konuşmada “her şey Almanya için!” demekle yetinmişti) gerekçesiyle açılan davada cezaya çarptırıldı.

Bu esnada AfD, üyesi olduğu “Kimlik ve Demokrasi” grubundan ihraç edildi (önümüzdeki süreçte tekrar dâhil edileceğine inanıyorum). Böylesi “çalkantılı” bir sürecin nihayetinde bile, AfD seçimlerde 2’nci sıraya yerleşmesini bildi.

Sağ-popülist FPÖ Avusturya’nın birinci partisi

Avusturya’da sağ-popülist FPÖ’nün (Avusturya Özgürlük Partisi) AfD’yle ilişkileri çok sıkı ve Almanya’daki “skandallara” karşın başarılı bir kampanya yürüttüler.

Hatırlanacağı üzere, benzer hâdiseleri 2019 yılındaki AP seçimlerinde vaktiyle iktidar ortağı olan FPÖ bizzat yaşamıştı. İbiza’da bir Rus oligarkın yakınıyla yaptığı görüşmede o dönemki FPÖ lideri ve Başbakan Yardımcısı Heinz-Christian Strache’nin seçimlerde medya desteği karşılığında kamu ihalelerine muhatabı lehine müdahil olacağı sözünü veriyordu.

“İbiza-gate” hâdisesiyle hükûmet düşmüş ve FPÖ AP seçimlerinde üçüncü sıraya kadar gerilemişti. Bugünkü seçim sonuçları, son kampanyanın meyvelerini verdiğine işaret ediyor. FPÖ, Avusturya’nın birinci partisi oldu.

Diğer Avrupa ülkelerinden manzaralar

Macaristan’da Başbakan Viktor Orban’ın partisi Macar Yurttaş Birliği (Fidesz) Avrupa’yı içten değiştirmeye meyilli. Önceliği aile kurumunun muhafazasına, kadın ve erkeğin toplumdaki geleneksel rollerine, Hristiyanî değerlere ve ulusal kimliğe veriyor. Bu güçlü mesajların Macar toplumunda – bilhassa da AP seçimleri özelinde – ciddi yankı bulduğu anlaşılıyor.

Öyle ki, Fidesz en yakın rakibine yaklaşık 15 puan fark atmak suretiyle yarıştan birincilikle çıktı.

Fidesz’in hâlihazırda herhangi bir siyasal gruba üye olmadığı bilgisini vermek mühim. Orban’ın gönlünden olabilecek en “geniş” ve “katılımcı” temelde, muhtelif sağ bileşenlerin tek çatı altında toplanarak birlikte hareket etmeleri geçiyor. Hatta bu istikâmette İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ile Fransız Ulusal Birlik’in son Cumhurbaşkanı adayı Marine Le Pen’e çağrıda bulunduysa da en azından şimdilik beklediği müspet yaklaşımı (hususen Meloni’den) göremedi.

Hollanda’da seçimlerin ilk olmasa da ana galibi azılı İslâm düşmanı Geert Wilders’in Özgürlük Partisi (PVV) oldu. Bulduğu her fırsatta Kur’an-ı Kerîm’e, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara ağız dolusu hakaretler eden Wilders’in son ulusal seçimlerde yakaladığı ivme AP seçimlerinde de sürdü.

Hollanda’dan dikkat çekici bir örnek de Çiftçi Vatandaş Hareketi Partisi’nin (BBB) şahsında sergilendi. 2019 yılında kurulan BBB, çiftçilerin son dönemde iklim tedbirlerine nispetle örgütledikleri başkaldırıyı maharetle siyasallaştırdı. Böylelikle AP’ye bir üye gönderdi ve konjonktürden büyük fayda sağladı.

İtalya’da Başbakan Meloni’nin ulusal-muhafazakâr İtalyan Kardeşliği Partisi (Fratelli d’Italia), tahminleri doğruladı ve sandıkta ilk sırayı tuttu.

Meloni taraftarları, Brüksel’in “aşırı merkeziyetçi” yapısına muhalefet eden ve Brüksel’deki bürokratları “kibirli” ve “haddinden fazla kuşatıcı” olarak niteliyorlar. Federal Avrupa projesinin ulusal hususiyetlerin düşmanı olduğunu belirtirken, Brüksel’in “daha az” ama “daha efektif” davranmasını istiyorlar.

Polonya’da son ulusal seçimlerde iktidardan düşmüşse de ulusal-muhafazakâr PiS (Hukuk ve Adalet Partisi) ve savunduğu geleneksel temalar ulusal gündeme yön vermeyi sürdürdü. PiS seçimde ikinci geldi. Keza Portekiz’de sağ-popülist Chega (Yeter!) yüzde 10’u geçen oy oranıyla tarihinde ilk defa AP’na üye gönderdi.

…Ve sebepleri

Yasadışı ve kitlesel göç, ulusal egemenlik pratiği, pandemi sonrası şaha kalkan enflasyon, düşen alım gücü, kısıtlayıcı iklim yasaları, Ukrayna savaşı ve 7 Ekim 2023 tarihi itibariyle Avrupa’yı kıskaca alan Siyonist propaganda… Hepsi ulusal sağ(lar)ın yükselişinde birer etken addedilebilir.

Sağ-popülistler ile ulusal-muhafazakârlar arasında çoğu noktada mutabakat hâsıl. Göçün engellenmesi, İslâm düşmanlığının palazlandırılması, ulusal egemenlik prensibinin üstün tutulması, alt ve alt-orta sosyal tabakaların alım gücünün artırılması, çiftçiyi-köylüyü hedef alan iklim yasalarının “totaliter” tabiatının kınanması ve Hamas/Filistin üzerinden İslâm karşıtlığının dillendirilmesi söz konusu mutabakata dâhil.

Ancak Ukrayna savaşına ve dinî değerlerin müdafaasına gelince iş değişiyor.

Sağ-popülistler Rusya-Avrupa ilişkilerinin Ukrayna “uğruna” feda edilmesine itiraz ediyorlar. İlâveten, Rusya’yla ilişkilerin normalleştirilmesine taraftarlar.

Ulusal-muhafazakârlar ise bütünüyle Ukrayna’nın yanında hizâlanıyorlar ve Rusya’nın işgal teşebbüsünü hararetle tenkit ediyorlar.

Aralarındaki kimi ayrışma noktalarına mukâbil, sağ-popülistler ile ulusal-muhafazakârların yelkenlerine rüzgâr üfleyen bir levha da 2024 yılının ocak ayından itibaren yaygınlaşan çiftçi-köylülerin traktörlü kitlesel eylemleri oldu.

Mesele salt tarım, hayvancılık yahut taşra değildi – hiç olmadı. Mesele, çiftçiliğin-köylülüğün idrâkinde ve ana-akım “gündemin” dayattığı “küresel toplum modeli” ajandasının reddinde saklı.

Ulusal sağ(lar) için çiftçilik ile köylülüğün ilgasına yönelik her adım ulusal kimliğin, kültürün ve tarihselliğin yıkımı şeklinde algılanıyor. Ve bu zâviyeden ele alındığında bahsi geçen eylemler önemli bir dönüm noktasıydı. Doğrudan “milletlerin ve emekçilerin tasfiye girişimi” olarak yorumlandı ve siyasal düzleme taşınarak partilerin kampanya şablonlarına eklendi.

Brüksel’de rotayı yeniden oluşturmak: Göç, iklim ve genişleme

Sağ-popülist ve ulusal-muhafazakâr muhitin Avrupa’nın büyük devletlerinde güçlenmesi, aritmetik gerçekliği aşkın bir momentum doğurur – bu çok aşikâr.

Dolayısıyla Brüksel teknokrasisinin son 4-5 yıldır inatla nakışladığı “iklim” yasalarının onay süreçlerinin geriletilmesi oldukça muhtemel görünüyor. Yeşiller hareketinin Avrupa çapında yitirdiği sandalye sayısı da bu ihtimali kuvvetlendiren cinsten.

Bu doğrultuda Avrupa Komisyonu’nun yetkilerinin daraltılması (yahut “de facto” kısıtlanması) potansiyelini asla azımsamamak gerekir.

“Ulusal egemenlik” prensibine dair ifâde edilen keskin hassasiyet “Federal Avrupa” tahayyülünü mutlaka sekteye uğratacak, en azından ciddi mânâda yavaşlatacaktır. Hâl böyleyken, “Uluslar Avrupa’sı” paradigmasının – Avrupa Birliği’nin (AB) varoluşsal devamlılığını riske atmaksızın – baskınlaşacağı düşünülebilir.

Yasadışı ve kitlesel göçe karşı şimdikinden daha katı, daha tavizsiz ve daha mücadeleci tedbirlerin alınması da şaşırtıcı olmaz.

Aynı şekilde genişleme perspektiflerinin duraksatılması, hatta rafa kaldırılması çok mümkün.

Avrupa’da filler tepişirken: Washington, Moskova ve Tel-Aviv neden mutludur?

Makalenin başından itibaren “ulusal sağ(lar)” kalıbını bilinçli kullanıyorum. Çünkü ortada “monoblok” bir ulusal-sağ yok.

Üç kategori sayabiliriz: Sağ-popülistler, ulusal-muhafazakârlar ve tarihsel milliyetçiler.

Bunlardan ilk ikisini – her ne kadar özgül ağırlıkları “tartışılmaz” ise de – daha ziyâde “ithal” damarlar şeklinde görüyorum. Gerçekten de sağ-popülistler Rusya’nın tezlerine yakınken, ulusal-muhafazakârlar Amerikan sağının izlerini taşıyorlar.

“Tarihsel milliyetçilik”, Avrupa’nın yerli ve kadim varyantıdır aslında. Fakat özellikle 11 Eylül’ün akabinde sesi kısıldı, tabanını muhafaza edemedi ve sönümlendi. 1945-sonrası konjonktürde ve en az 1990’lara değin tarihsel milliyetçilik marjinalleştirilse de Avrupa’nın “kendi” ulusal merciiydi. Artık böylesi bir tablodan bahsedilemez.

Rusya ile Amerika Birleşik Devletleri’nin müşterek uğraşı Avrupa’yı zayıflatmak ve kendi nüfuzu altına almak (yahut nüfuzunda tutmak). Milliyetçilik, hele de örgütlü milliyetçilik bu anlamda oldukça işlevsel hâle geldi. Böylesi hareketlerin ortaya çıkışını, pekişmesini ve büyümesini kolaylaştırıcı sebepleri kışkırtmak ve karşıda filizlenen “reaksiyonu” da kendi uhdelerine almak suretiyle bir “kontrollü gerilim siyâseti”nin yerleşmesine ön ayak oluyorlar denilebilir. Ve bu, bir yönüyle “inorganik” bir durum.

Son 20 yıldır İslâm düşmanlığı Avrupa’da bir “siyasal pazar” vasfı taşıyor. Bu pazarda tüccarlar var ve bunlar korku, endişe, panik, düşmanlık, ırkçılık ve İslamofobi satıyorlar. Arz ile talebi bilfiil – iki taraflı – denetleme kapasitesi haiz bir düzenden bahsetmek abes sayılmaz. Birinin stratejisi daha seküler iken (Rusya), diğeri (ABD) daha “evanjelik” tonda davranıyor. Fark bu.

Keza İsrail’in böylesi bir dalgadaki menfaatleri saymakla bitmez. Herkes üç aşağı beş yukarı rahatlıkla tahmin edebilir.

Avrupa, bu anlamda fillerin tepişme sahnesi aynı zamanda.

Şimdilik sağ-popülizm ile ulusal-muhafazakârlık çizgileri birbiriyle örtüşmüyor ve/veya uzlaşmıyor. Fakat ABD seçimlerini Donald Trump kazanırsa, o hâlde ikisini pekâlâ “federe” edebilir ve aradaki diyaloğu derinleştirebilir.

Aşağıdakiler ve yalancı umutlarının geleceği

Avrupa milletlerinin; velhâsıl Avrupa’da aşağıdakilerin, ezilenlerin ve isyan bayrağını çekenlerin – her ne kadar aralarında umudu sağ-popülistlerde yahut ulusal-muhafazakârlarda arayan bir kalabalık olsa da – orta ve uzun vadede hayal kırıklığına uğramaları – şimdilik – kaçınılmaz gibi.

Hem sağ-popülistlerin hem de ulusal-muhafazakârların “Sistem” ile çelişkileri oldukça az ve çoğunlukla “nüanslar” etrafında. Dahası, uluslararası sermayeyle ve sermaye sahipleriyle barışıklar. Bir “görüntü” var, evet. Ama o kadar.

Bu esnada – Bangladeşli, Mağripli veya Türk fark etmiyor – ulusal çerçevede hangi Müslüman azınlık baskınsa onlara hücum edilen bir kavrayış çerçevesinin kök salmasına doğru gidiyor olacağız.

Son tahlilde Avrupa’nın adım adım bir “karar ânı”na doğru yöneldiği çok açık. Ancak bu karar, Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerinde filizlenen ve antropolojik arayışlarla bezeli bir “kültür” hareketi olarak gelişen faşizmin dönüşüyle asla ilgili değil.

Bu başka bir “şey”.

Ne olduğunu zamanın akışı gösterecek.

Yorum Analiz Haberleri

Gazze katliamında ABD'nin rolü
Endonezya’da “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” madde: Filistin davası
"Mustafa Kemal'in askerleri"ne ne zaman dur diyeceğiz?
Gazze katliamı ve Hasbara’nın iflası
Medyadaki ahlaksızlığa neden göz yumuluyor?