Müslümanlar tarihte yüzyıllardır Batı-Hristiyan dünyasının şiddet uygulamalarına sürekli muhatap olmuşlardır. Batı dünyasının farklı projeler çatısı altında Müslüman toplumları yeniden şekillendirme meselesi yeni bir mesele değildir. Tarihe bakacak olursak, Avrupa’nın İspanya’sında müslümanların 15. ve 16. yüzyılda tedhiş, zulüm ve sürgün hadiselerinin kökünü belki 1311-12 yıllarında Papa V. Clemens isteği üzere Viyana’da toplanan Konsil’de bulmak mümkündür. Hristiyan topraklarında yaşayan Müslümanların dini gayeler üzere bir araya gelmeleri ve camilerinin minarelerinden ezan okumaları sorun olarak ele alınmış ve halen aktüalitesini yitirmemiş şöyle bir tartışma gündeme gelmiştir: Müslümanların din değiştirmelerini sağlamak için alternatif yolların aranması, din değiştirmeyi düşünmeyenlerin ise örnek teşkil edecek cezalara çarptırılması konusunda prenslere baskıları artırmaları emrinin verilmesi.(1) Söz konusu gelişmeler modern Avrupa’nın oluşumunda son derece önemli açılımlara yol açmış ve İslam dünyasına mesaj vermiştir.
Batı her zaman kendisini tarihin merkezinde görmüş, insanlığın son tekamül aşaması olarak tanımlamış, ahlaktan bilime her şeyin en iyisini ve doğrusunu kendisinin yaptığına inanmıştır. Afrika kıtasının, Latin Amerika’nın ve son olarak da İslam dünyasının evrim sürecinin alt basamaklarında kalan topluluklar olduğunu “medenileştirilmeye” muhtaç, dolayısıyla sömürülmeyi hak eden ilkel topluluklar olarak bakmıştır. İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’nin sarf ettiği “Batı uygarlığı İslam’dan daha üstündür onun için Batı, yani üst kültür olarak müslümanlara öğretmeliyiz” sözü nereden ve nasıl bakıldığını görmek için önemlidir. Avrupa'nın en özgürlükçü ve en demokrat ülkelerin bilinen Danimarka Kraliçesi II. Margrethe ise 2005 yılında şöyle diyebilmiştir: “Son yıllarda küresel ve yerel düzeyde İslam’ın meydan okumasıyla karşı karşıyayız. Ciddiye almamız gereken İslam’ın bu meydan okuyuşunun uzun süredir bu şekilde sürüp gitmesinin sebebi bizleriz, çünkü İslam’a karşı sürekli hoşgörülü davrandık. Artık İslam’a karşı muhalif olduğumuzu göstermeli ve bu konuda zaman zaman bize karşı bir takım suçlamaların atfedilmesi riskini de göze almalıyız.“
Kitapları yakan daha sonra insanları da yakar.!
ABD’de bir rahibin geçen senelerde toplu olarak Kur’an yakma eylemi tepki toplasa da bu tür eylemlerin hukuki olarak engellenmesi güç idi. İfade özgürlüğü kapsamı adı altında Müslümanlara hakaretler yağdırılmakta ve bu tür ırkçı eylemlerle müslümanlara karşı toplumun şiddete başvurması meşrulaştırılmakta. Yine tarihe bakacak olursak, Monarşi ile beraber hareket eden İspanya’nın Toledo Başpiskoposu Gonzales Ximenez de Cisneros tarihten okuduğumuza göre Endülüs müslümanlarının zorla din değiştirme eylemlerinin uzun sürdüğünden memnun kalmayarak kitlesel vaftizlerin yapılmasını emretmiştir. Tarihte ifade ve din özgürlüğü diye bir şey tanımayan Batı şimdilerde ise Müslümanların kutsal kitabının yakılmasını “özgürlük“ olarak değerlendirmektedir. Cisneros şehirlerde hristiyan olmayan kimsenin kalmamasını ve bütün camilerin kiliseye çevrilmesi emrini verdikten sonra Kuran ve diğer Arapça kitapları yaktırtmış ve müslümanlara karşı halkta kin ve nefret duygularının doğmasına neden olmuştur. Almanya’nın en meşhur edebiyatçılarından biri olan Heinrich Heine bu konuyu 1821’de yazdığı “Almansor“ trajesinde gündeme almış ve karakterlerine şöyle dedirtmiştir:
Duyduk ki vahşi Ximenes Gırnata meydanında
Dilim söyleyemiyor;
Kur’an’ı ateşlerin içine atmış!
Orada oynanan oyunun başlangıcı idi,
Kitapları yakan
Sonunda bir gün insanları da yakar!(2)
Heinrich Heine sanki geleceği görmüşçesine karakterlerine anlattırdığı olayı Almanya çok geçmeden Hitler döneminde yaşadı. Kitaplarla alev alan ateşe başta yahudiler olmak üzere çingeneler ve diğer muhalifler atılarak yakıldı. Sinagog ve kutsal mekanlar tahrip edildi ve bir kaç gün içinde çoğu yerde küller kaldı.
Avrupa alevleniyor..
1991 yılında Avrupa’nın Almanya'sında önemli tarihe yazıldı. Yeni yabancılar yasası ile Almanya’ya yeni yabancıların ve mültecilerin gelmesi engellenmek isteniyordu. Toplumun homojenliğini kaybedebileceğinden bahsediliyordu ve bu homojenliğin sadece “Alman ulusu“na bağlılıkla olabileceği savunuluyordu. Yasanın çıkmaması karşısında ise Alman tarihinin, geleneğinin, dilinin ve kültürünün tehlikeye gireceğinden korkuluyordu. Bu korku ile beraber Almanya'nın doğu kenti Hoyerswerda’da cayır cayır insanlar yakılmak istendi. Halkın kendisini mültecilere karşı meşru bir faaliyet içinde olduğunu zamanın siyasetçileri, daha sonradan bakan olanlar tarafından dile getiriliyordu: “İltica hakkının yabancılar tarafından istismar edilmesi halkı zorluyor“. Bu "zorlanan" halk nihayet 1992’de Mölln kentinde iki küçük kızı ve ninelerini yakmış olacaktı. 6 ay sonrada ise kentinde 5 kişi yanarak hayatını kaybedecekti. Mahkeme salonunda katiller ise devletin açıkca yapamadığını pişkin bir şekilde söylemekte idi: “Ben cinayet işlemedim. Ben sadece evi yaktım. Bununla beraber bir kaç insan ölmüş. Devletin işine gelir bu olay. Çocuk parası ödemez, zaten bu Türkler Almanya’ya çocuk parası için geliyorlar.“
2012 yılının Ekim ayında Fransız Parlamentosu'nda kabul edilen yasa ile kamuya açık yerlerde, “güvenlik gerekçesiyle“ peçe takılması yasaklandı. Yasağı ihlal edenlere 150 euro cezası verilecek ve "vatandaşlık hakkında staj alma" zorunluluğu uygulanacak. Kadınlara zorla peçe takması için baskı yapanlara ise 1 yıl hapis veya 30 bin Euro'ya kadar para cezası verilebilecek. 70 milyon nüfuslu Fransa’da yaklaşık 2000 müslüman kadının peçe taktığını düşünecek olursak güvenlik gerekçesinden daha ziyade yasa(ğı)nın neden yürürlüğe girdiğini anlamak zor değil. Endülüs Gırnata’nın düşmesinin ardından da zamanın yöneticileri ve kilise çevreleri Müslümanların kendi adet ve geleneklerinden tamamen vazgeçmeleri için ikna ve daha çokta baskı yollarını kullanmaya başlamışlardı. 1525 yılında V. Charles Aragon ve Valensiya müslümanlarının kıyafetlerine, dillerine ve dini uygulamalarına getirilen yasakları bir müddet ertelese de daha sonra Arapça konuşmak ve geleneksel kıyafetler giymeleri halinde alfarda denilen bir tür vergi ödemek zorunda bırakıldılar.
Dönemin Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarihi iyi biliyor olsa gerek benzer uygumalar ve benzer sözler sarfetmesi için aylar geçmiyordu. “Sokakta hiç bir müslüman namaz kılarken görmek istemiyorum“ derken düşmanlığını açıkça ilan edebiliyor. Fransa’da yayınlanan ünlü Le Point dergisinin kurucusu ve müdürü Claude Imbert, 2003 yılında açıkça “Ben İslam karşıtıyım.. ve bunu söylemek beni rahatsız etmiyor.“ demesine rağmen hakkında hiçbir hukuki işlem yapılmadı. Açıkca İslam’a ve müslümanlara hakaret etmek suç sayılmayıp hatta “ifade özgürlüğü“ çercevesinde değerlendirilmesi Batı’nın nasıl ikili oynadığının göstergesi. “Dine hakaret suçu“ sadece Hristiyanlığı ve Yahudiliği kapsıyor. Mahkemeler tarafından hakaret gerekçesiyle reklam afişleri yasaklanabiliniyor. Avrupa Irkçılık ve Anti-Semitizm’i suç sayıp cezalandırırken İslam ve müslümanlara karşı bu duyarlılık gözükmüyor.
Elbette bu tür politikalar halkın İslam’dan korkmasına ve nefret etmesine neden olabiliyor. Almanya’nın ciddi kurumlarından Allensbach Enstitüsü’nün Mayıs 2006’ta yaptığı kamuoyu araştırmasında bu açıkça görülmekte. Halkın %56’sı "Medeniyetler savaşı" yaşandığını ve %83’ü İslam’ın "fanatik bir din" olduğuna inanabilmekte. Araştırmanın diğer sonuçlarında ise %71 "islam dini hoşgörüsüzdür", %62 İslam "gerici bir dindir", %60 "demokrasi ile bağdaşmaz" ve %91 ise İ"slam’ın kadınları aşağıladığı" dile getirilmiştir. Farklı zamanlarda yapılmış Wilhelm Heitmeyer ve Pew Research Center’in araştırmaları ise benzer verileri göstermekte. Bakıldığı zaman rakamlar korkunç, aynı zamanda düşündürücü. Korku deyince akla hemen İslamofobi geliyor.
İslamofobi ve Anti-İslamizm
İslamofobi ve Anti-İslamizm çok yaygın ama yanlış bir düşünceye göre 11 Eylül hadiselerinden sonra ortaya çıkmış bir fenomen olarak görülmektedir.(3) Yukarıdada örneklendirmeğe çalıştığımız gibi maalesef bu düşünce Batı tarihinde İslam düşmanlığını inkar etmekte.(4)
İslamofobi kavram olarak İslam’a ve müslümanlara karşı "önyargı ve ayrımcılık" anlamına geliyor. Tarihi kökenleri Endülüsün fethedilmesine kadar inen ve haçlı Seferleri ile daha da derinlik kazanan İslam aleyhtarlığı yüzyıllar içerinde farklı boyutlarda gündeme gelmişken son 13 yıldır popülerite kazanmış durumda.
İslamofobi kelimesi anlam olarak "İslam korkusu (fobisi)" demektir. Terim olarak İslam'dan ve Müslümanlardan korkma, çekinme iç güdüsünü ifade eder. Bu elbette sadece korkuda kalmayıp İslam’dan ve müslümanlardan nefrete dönüşmekte.(5) Aslında korkulan şey tecrübe ile kazanılmış bir korku değil. Kortuğu şey zihninde geliştirdiği, resmettiği bir şey.
Yahudi düşmanlığını belirten Anti-Semitizm kavramı neredeyse hergün bir yerde sözkonusu olurken Anti-İslam ve İslamofobi kavramları daha oturmuş değil. Elbette ilk akla gelen soru hangi kavram daha önce vardı ya da hangisi hangisini doğurmakta?
Değinmek istediğimiz konuda Avrupa’daki “neo” İslamofobi’nin tarihinin Avrupa’ya göç tarihi(6) ile bağlantılı olduğudur. İkinci dünya savaşından 1980’e kadar Avrupa’ya göç geçici bir olgu olarak görüldüğü için müslümanlara karşı ciddi bir düşmanlık ve nefret sözkonusu değildir. Sadece ırkçı aşırı sağ grupların (dazlaklar) düşmanlığı sözkonusu. Müslüman göçmen işciler kötü şartlarda çalışan ve yerli halkın yapmadığını yapan, zavallı insanlar olarak görülmüştür. Yeni dönemin İslamofobi ve Anti-İslamizm olgusunu 1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi ile başlatabiliriz. İran’da gerçekleşen devrim İslam’ın ve Müslümanların imaj açısından bir kırılma noktası olduğunu söylemek zor olmasa gerek. Devrim gerçekleştiği andan itibaren bir karşı propaganda dönemi açılmış ve “İslam Fundamentalizmi” konusunda yazılan kitaplarda ve diğer yayınlarda ciddi artış görülmüştür. İslamcılık’tan daha ziyade İslam dininin tartışmaya açıldığı önemli bir konudur. Yani Batı'a göre sorun müslümanlardan değil, İslam’dan kaynaklanıyor, bunun dolayı da asıl sorun İslam. İslam karşıtı tartışma olgusu gittikçe geniş toplum katmanlarında, politikacılar arasında ve medyada yankı buldu ve Anti-İslam olarak başlayan yeni süreç daha sonra İslamofobi’yi doğurmuştur. Tarihsel ve kültürel önyargılara başvuran Batı dünyası, bazı ideolojik ve siyasal grupların katkısıyla İslam düşmanlığı körüklemiştir. Bir yandan da yeni önyargıların yaratılmasına kaynaklık etmiştir. En önemlisi ise bunların “bilinçli ve maksatlı” yapılan çalışmalardır.
Halk, bu çalışmalardan etkilenmiş; sosyal çevre, eğitim ve medya gibi kurumlar aracılığıyla aktarılan ve yeniden üretilen tarihsel ve kültürel önyargılarla beraber İslam’a ve müslümanlara karşı korku, nefret, kınama ve küçümseme gibi tutumlar sergilemiş İslamofobik bir duruma geçmiştir.
İslamofobi kavramı sosyolojik bir mahiyet arz ederken Anti-İslamizm kavramı ise daha ideolojik ve politik tutumdur. Bundan dolayı asıl mücadele edilmesi gereken turum ise Anti-İslamizm’dir.
İran Devrimi’nden 11 Eylül’e olan zaman diliminde ise en önemli olaylardan bir tanesi Berlin duvarının yıkılması ve Kömünist bloğun çökmesidir. İslam artık dış düşman olarak tarif edilmiş hatta rengi bile belirlenmiştir. Hungtington ise 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde “Medeniyetler Çatışması” adı altında ırkçı bir makale yayınlamış ve düşmanı ilan etmiştir. Körfez savaşı ile Batı ve İslam dünyası arasındaki ilişkiler kötüleşmiş ve nihayet 11 Eylül’de ikiz kulelere saldırı ile Anti-İslamistlere fırsat doğmuş ve halk ikna olmuştur. Bush’un “crusade” olarak dillendirdiği haçlı seferleri ile artık İslam=Terör ve Müslüman=Terörist olarak olarak görülmeye başlanmıştır. Sonuç olarak bakılırsa diğer dönemlerle 11 Eylül sonrası dönem kıyaslanamayacak halde.
İslamofobik söylemde temel iddialar
Anti-İslamizm politikalarının başarılı olması ile beraber İslamofobik söylemdeki temel iddialar başında İslam kültürlerinin yeknesak olduğu yatıyor, tek tip İslam anlayışı olduğu ve bununla beraber değişime kapalı olduğu vurgulanıyor. Tarihtende bilegeldiğimiz ise İslam’ın Batı kültüründen aşağı olduğu, barbarlıkla içiçe olduğu, irrasyonel, ilkel ve cinsiyetçi tutumlara sahip olduğu iddiasıdır. Elbette İslam söylemlerinde acımasızca tehlikeli ve tehditkardır, Müslümanların dini inançlarını siyasal ve askeri çıkarları için kullandıkları iddiasıda çok yaygındır. Her başörtüsü takan kadının eşi tarafından zorlandığı ve bir kadının öldürüğü vakit ise bunun “namus cinayeti” olduğu söz konu edilmektedir. Başka dinin mensuplarında ve Alman toplumunda da zaman zaman gerçekleşen bu tür cinayetler elbette böyle yorumlanmaz ve “aile dramı” ile geçiştirilir. İlginç bir tutum ise bu tür cinayetlerin İslam’a mal edilmesidir. Kadınların zorla evlendirilmeleri ve daha çok “kadın sünneti” diye genital sakatlamalar bunlara misaldir.
Batı medyasında İslam imajı ve müslümanlar yapılan şiddet eylemleri(7)
1991’de Sosyalist bloğun çöküşüne kadar Alman paranoyasını besleyen ve bakımını üstlenen ve halen Türkiye’den tanıdığımız Hürriyet gazetesine ortak olan Axel Springer Verlag vardı. Sovyetler, üniversite öğrencileri, hippiler, komünistler, pasifistler, feministler, atom karşıtları, punklar yani kim sola hafiften yanaşmış ise karşısında bu şirketin gazetelerini buluyordu.(8) Tanrı’nın yeryüzüne inip temizlik yapamayacağına göre köşe yazarları “tanrı” rolünü üstlenip “sağlam demokrasi” çığlıkları atıyordu.
1968 öğrenci hareketlerinde “Terörü Durdurun!” diye başlık atılmış ve daha önceden hedef gösterilen ve “terörist” ilan edilen Batı-Berlin öğrenci hareketinin en tanınmış temsilcilerinden Rudi Dutschke Berlin’de sokakta bir kaç kurşun atılarak ağır yaralanmış ve 10 sene sonra aldığı yaradan ölmüştür.
Aynı ve benzeri başlıklar maalesef yeniden atılmakta ve galeyana halk kendisini sorumlu hissedip devreye girmekte. Müslümanların ibadethanelerine molotov kokteyl atılıp yakılmak istenmeleri yada fiziki şiddet görmeleri artık sıradan bir olay gibi algılanmakta. En son bir kaç sene önce Mısır kökenli bir müslüman kadın mahkeme salonunda bıçaklanarak öldürülmüştür. Meryem el-Şerbini’ye sürekli hakaret eden bir gence dava açılmış ve bu davanın temyiz duruşmasında mahkemeye büyük bir bıçakla gelmiş ve mahkeme salonuna giren müslüman kadını onlarca yerinden bıçaklamış ve imdadına yetişen eşi de bıçaklanm00ış, salona giren polis ise saldırganın kim olduğuna bakmadan Meryem Şerbini’nin eşini vurmuştur. Küçük çocuğunun gözleri önünde öldüren bir anne ve ağır yaralanan baba kalmıştır geriye. İlginç olan olay ise polisin dışarıdan gelip saldırganın kim olmasına karar vermesidir. Polis acaba burada önyargılı mı davrandı? Neden hemen kaçmasın diye Şerbini’nin eşini ayaklarından vurdu? Bu tür soruların cevabı elbette bulmak güç ama medyanın rolü burada çok önemli. Hergün yaptığı yayınlarla, attığı başlıklarla, işlediği konularla şu an mevcut İslam algısı anlayışını veriyor medya.
Medyanın NE yazdığından daha çok NASIL yazdığının önemi burada incelenmesi gerekir. Nasıl oluyor da yeryüzünde birbuçuk milyar insan aynı kefeye konulabiliniyor? Müslümanlar yeryüzünün dört bir yanında farklı siyasi sistemlerde, farklı sosyal alanlarda, bazen şehirde bazen kırsal kesimde yaşadıkları; bazılarının zengin bazılarının fakir; farklı eğitim aldıkları halde homojen bir topluluk gibi sunulmaları ilginçtir.
2009’da yapılmış bir araştırmada basına güvenin yüksek olduğunu düşünecek olursak müslümanların işinin çok zor olduğu kanısına varırız. Örnek verecek olursak saygın ve dünyanın önemli bir dergisi olarak bilinen ama İslam’a ve Müslümanlara karşı her türlü propagandayı yürüten haftalık dergi olan "Der Spiegel"e halkın %82’i güvenmektedir. "Güvenilir" dergi böyle yazarsa halk inanmak zorunda hisseder kendisi. Elbette nasıl bir homojen müslümanlar yok ise homojen bir medya yok ama İslam algısında bir konsensüs oluşmuşsa belirli noktaya kadar hak verilmekte.
Alman medyasının güçlü organlarının biriside televizyon kanallarıdır. Erfurt Üniversitesi’nin Hafez ve Richter tarafından yapılan araştırması ise herşeyi gün yüzüne çıkarıyor. Haziran 2005 ve Aralık 2006 tarihleri arasında Almanya’nın yarı resmi kanalları olan ARD ve ZDF üzerinde yapılan bir araştırmada İslam ve Müslümanların %23’ü Terörizm bağlantılı gündeme gelmekte. %17 Uluslararası çatışmalar, %16 Entregrasyon, %11 Din, %7 Fundemantalizm gibi tespitler bu tür “ciddi” kanallarında aslında negatif bir imaj oluşturdukları göze çarpıyor. Hafez ve Richter araştırmalarının sonunda tespit ve tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmemişler; ARD ve ZDF kanallarının görevlerini yerine getirmedikleri, özellikle kültür alanında önyargıların ortadan kaldırıcı ve önleyici olmadıkları ve programların önyargıyı ve toplumda İslamofobi’yi daha çok beslediği aktarılmış.
Basında çıkan fotoğraflar ise İslamfobi’yi artıracak şekilde ve önyargıyı beslemekte. Fotoğraf gerçeğin temsilcisi değildir ama motifte seçicilik ve fotoğraf karenin kesilmesi gerçeğin öznel yorumudur. Manipülasyonda şöyle bir şey vardır; bir şeyin veyahut benzerlerini gösterirseniz “Tutarlılık” derecesi artar. Yayınlamakla ikna edilmeye çalışılıyor ve sürekli olarak tekrarlamak ise onun ispatı anlamına gelebilmektedir.
Tehlike!
Batı’nın işlediği Anti-İslamizm ve İslamofobik tutum, müslümanları maalesef kendi ilkelerinden saptırmaya yönelik bir tehlike arzediyor. Ne kadar Avrupa’da yaşayan müslümanlar İslam’ı yaşamaya gayret etseler de, daha çok seküler bir çevrede yaşadıkları için ve gerekli bir donanıma sahip olmadıklarından ötürü dış etkilere, özellikle medyanın yönlendirmesine çok müsait bir yerde durmaktadırlar!
Müslümanlar heryerde olduğu gibi Avrupa’da da ilk etapta kendi kimliklerini oluşturmak zorundadırlar. Zaman ve mekan tanımayan bir İslami kimlik Müslümanı koruyacaktır. Hakim olan baskın kültürel asıl tehdite boyun eğmemeli ve hakikatin şahitleri olarak vahyi bilinci kuşanarak örnek bir hayat yaşamalı Avrupa müslümanları. Batı’nın istediği gibi değil Allah’ın bizlerden istediği gibi bir hayatı yaşamalıyız. En sefil hayatın, başkalarının istediği şekilde yaşanan hayat olduğunu hiç bir zaman unutmamalıyız.
Rabbimiz vahyinde ne kadar güzel belirtmiştir:
“Zira onlar size ellerinden gelen her türlü kötülüğü yaparlar, size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Kinleri / öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. İçlerinde gizledikleri (nefret) ise daha da büyüktür.“
Evet nefret ediyorlar, edecekler.. “De ki: “Öfkenizle kahrolun!“
Dipnotlar:
1-İspanyol Müslümanları, Reconquista ve Engizisyon, Mehmet Özay, Umran, Nisan 2006
2-çeviri bana ait
3-“Islamophobia: A Challenge for us All“, The Runnymede Trust, Rapor, 1997
4-“Amerikan ve Türk İslamı'ndan Sonra Avrupa İslamı“, Murat Kurt, Haksöz dergisi, Sayı 136-137, Temmuz-Ağustos 2002
5-İngilizce bir kavram olan Xenophobia "yabancı korkusu/düşmanlığı" anlamında olup "yaban"cılara karşı duyulan korku ya da düşmanlığı ifade eder.
6-Uluslararası İslamofobya Konferansı 8-9 Aralık 2007, İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği, Tebliğer, Kadir Canatan
7-Örnek olarak İnsan Onuru ve Hakları Örgütü (HDR) tarafından yayınlanan “Avrupa Topluluğu ülkelerinde 11 Eylül olayları sonrasında islam’a ve Müslümanlar’a karşı yapılan saldırılar“ araştırmasına bakılabilinir.
8-Son Hamburg olaylarında durum farklı değildi. https://www.haksozhaber.net/istanbul-ve-hamburgta-gezinmek-27764yy.htm