Shada İslam / Perspektif
Avrupa “aşırı sağ” tuzağından kurtulabilir mi?
40 yıl önce, Hindistan ve Pakistan arasındaki iki ölümcül savaşın ve iki ülke arasındaki daimî düşmanlığın yaralarını taşıyan bir öğrenci olarak Brüksel’e gelmiştim. Eski düşmanların ticaret ve birleştirilmiş egemenlikle uzlaştığı bir barış ve işbirliği hikâyesinin büyüsüne kapılmaya hazırdım. AB ve ben mükemmel bir uyum içindeydik.
İnanılmaz gibi görünse de Belçika beni içine çekti ve sevdi. Üniversite hayatı çok kültürlü ve heyecan vericiydi. Uzun zamandır kurduğum bir hayali gerçekleştirerek muhabir oldum, AB dış politikasının yanında Avrupa’nın küresel ticaret ve yardım politikaları hakkında haber yapmaya, daha sonra da yazmaya ve yorum yapmaya başladım.
AB “projesi” ve blokun kurucu ilkelerinin merkezinde demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına önem veriyor olmasını hâlâ hayranlık verici buluyorum. Ama açık ve ilerici Avrupa’nın ciddi biçimde erozyona uğradığını izlerken, yüreğimi sızlatan anlar sıklaştı, ilham veren anların gerisinde kalmaya başladı.
Bir zamanlar bana ve dünyadaki pek çok insana ilham veren, umut vaat eden Avrupa vizyonu yerini Avrupa merkezci, yabancı düşmanı ve içe dönük bir Avrupa’ya bırakma riskiyle karşı karşıya.
İnsan hakları ihlallerine karşı tarafsızlığın yerini seçici bir ahlaki öfke almaya başladı. AB, Çin, Myanmar ve pek çok Afrika ülkesine yerinde eleştiriler yöneltirken İsrail’in Filistinlilere yönelik politikalarını ya da Hindistan’ın Müslüman vatandaşlarının çoğuna karşı eylemlerini görmezden geliyor.
AB, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in sözünü ettiği “eşitlik birliği”ni inşa etmeye odaklanmak yerine, gayriresmî bir haklar hiyerarşisi oluşturmuş gibi görünüyor. Değilse neden Avrupalı Müslümanlar, tüm diğer azınlık grupları için AB eşitlik eylem planları mevcutken, İslamofobi (ya da Brüksel yetkililerinin deyimiyle Müslüman karşıtı nefret) ile mücadele için özel bir “strateji” beklesin ki? Ve neden Rusya’nın Ukrayna’daki savaşının başlangıcında AB’nin önde gelen siyasetçileri ve bir kısım medya, Ukraynalı mülteciler ile Asya ve Afrika’dan gelenler arasında Ukraynalı mültecilerin sıcak bir karşılamayı hak ettiği (ve sıcak karşılandığı) ve diğer mültecilerin bunu hak etmediği bir ayrım yaptıklarını açıkça ortaya koysun?
Macaristan ve Polonya, haklı olarak AB’nin medya özgürlüğü, yolsuzlukla mücadele ve yargı bağımsızlığına ilişkin hukuk devleti hükümlerini ihlal ettikleri için eleştiriliyor. Ancak aynı hükümetlerin ırkçı nefret söylemleri görmezden geliniyor. 2020’de öğretmen Samuel Paty’nin korkunç bir şekilde öldürülmesinin ardından Uluslararası Af Örgütü, Fransız yetkilileri “tüm Müslümanların şüpheli olarak gösterilmesine” katkıda bulunmayı bırakmaları ve “Müslümanları ve mültecileri hedef alan basmakalıp, damgalayıcı ve ayrımcı yorumlara” son vermeleri konusunda uyarmak zorunda kaldı.
Bunlar AB’nin faşist bir bloka dönüştüğünün göstergesi değil şüphesiz. Ancak AB üyeliğinin temel koşulları olan demokrasi ve hukukun üstünlüğünün Viktor Orbán ve Giorgia Meloni gibilerce gasp ve ihlal edilmesine de kimse kayıtsız kalamaz.
Avrupa’nın trajedisi
Avrupa’nın bugünkü trajedisi, pek çok anaakım lider ve siyasetçinin aşırı sağ görüş ve söylemleri benimsemesi, aşırı sağı iktidara taşıması ya da onların görüşlerinin siyaseti belirlemesine izin vermesidir. Avusturya’nın 2000 yılında, göçmen karşıtı politikacı Jörg Haider’i koalisyon hükümetine aldığı için AB yaptırımlarına maruz kaldığını hatırlamak biraz tuhaf geliyor. 2017’de Haider’in liderliğini yaptığı aynı partinin, aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin koalisyon üyesi olarak kucaklandı. Diğer AB başkentlerinde ise sessizlik hâkimdi.
İsveç 2023 AB başkanlığını aşırı sağcı İsveç Demokratları tarafından desteklenen ve yönlendirilen bir azınlık merkez sağ koalisyon hükümetiyle yürütürken, hiçbir AB hükümeti rahatsızlığını açıkça dile getirmedi. Bu arada Avrupa Parlamentosu’nda, merkez sağ grubunun (EPP) liderlerinin Meloni liderliğindeki sağcı bir grup olan ECR ile koalisyon arayışında olduğuna dair endişe verici işaretler var. Bu da 2024’teki seçimlerden sonra aşırı sağcı politikacıların ya da onların görüşlerini benimseyenlerin parlamentoya hâkim olabileceği anlamına geliyor.
AB gündeminin çoğu kısmını aşırı sağcı liderler belirliyor. Mültecilerin yasadışı yollarla geri itilmesini de içeren ve ırkçı, şeytanlaştırıcı söylemlere dayanan agresif göç politikaları, anaakım Avrupalı liderler tarafından giderek daha fazla tercih ediliyor.
Geçtiğimiz günlerde Meloni ve Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Tunus’la yapılan utanç verici “göçmenler için nakit para” anlaşmasını açıklarken, Von der Leyen de bu anlaşmanın AB’nin diğer ülkelerle yapacağı benzer anlaşmalar için bir “model” olabileceğini söyledi. AB’nin dış ilişkilerden sorumlu baş diplomatı Josep Borrell, bazı üye devletlerin anlaşmayı “kavrayamadığını” ifade etse de itirazları politikadan daha ziyade süreçle ilgili görünüyor.
Ancak AB’nin kolektif ahlaki pusulasını kaybetmesinden sorumlu olanlar sadece bunlar değil. Medyanın bazı kesimleri, Fransız aşırı sağcı lider Marine Le Pen’i “sarışın bomba” olarak tanımlayarak ya da Hollanda’daki aşırı sağcı popülist Thierry Baudet’in görüşlerine karşı çıkmayarak, siyasi uçlardaki “karizmatik” figürlerin güçlenmesine katkıda bulundu. 2020’de birçok Avrupa kentinde geniş katılımlı Siyahların Hayatı Değerlidir (Black Lives Matter) protestoları oldu evet. Ancak kamuoyunun mültecilerin sürekli olarak canavarlaştırılması ve Müslümanlara yönelik ayrımcılık konusundaki tepkisizliği, bir zamanlar tabu olan fikirlerin tehlikeli bir biçimde normalleştiğinin işareti.
Aşırı sağ, AB’nin ırkçılık karşıtı eylem planlarını uygulama, yapısal ayrımcılığı ortadan kaldırma (kahverengi ve siyah Avrupa vatandaşlarına yönelik polis şiddeti de dahil) ve AB kurumlarını daha çeşitli ve kapsayıcı hale getirme yönündeki mütevazı çabalarını engelleme konusunda yalnız değil. “Brüksel çok beyaz” sadece bir hashtag değil maalesef, ağırlıklı olarak Avrupa-merkezci ve beyaz kalan kurumlar için yerinde bir nitelendirme.
Bana sık sık bunları neden bu kadar önemsediğim soruluyor. Muhtemelen hükümetlerin jeopolitik zorunluluklarca daha az yönlendiriliyor göründüğü daha eski, daha ilkeli bir dönemi hatırladığım içindir. Örneğin AB, George W. Bush’un 11 Eylül sonrası terörizme karşı “haçlı seferi” çağrısının ardından “medeniyetler çatışması”nın kaçınılmaz olduğu yolundaki hatalı mantığı kesin bir dille reddetmişti. Belki de AB’nin mücadele halindeki demokrasilere ve insan hakları aktivistlerine umut vermeyi farklı yollarla sürdüğünü ve Afganistan’da ve başka yerlerde kırılgan grupları nasıl desteklediğini bildiğim içindir. Tarihsel bellek kaybının sürdüğü kesinse de bazı Avrupa hükümetlerinin utanç verici sömürgeci geçmişlerini ve köle ticaretindeki rollerini kabul etmeye ve pişmanlıklarını dile getirmeye başladıklarını görmek cesaret verici.
Bazıları bir kimlik olarak “Avrupalılık”ın özünde beyazlığa ya da Hıristiyanlık mirasına bağlı olduğunu, yani renkli insanların asla “Avrupalı” olarak kabul edilemeyeceğini iddia etmeye başladı. Aslında nereli olduğuma ilişkin sorulara rağmen çok kültürlülüğü gururla taşıyan bir Avrupalı sayılma iddiamdan vazgeçmeye niyetli değilim.
Avrupa’nın ahlaki pusulasını yeniden tesis etmek birkaç kuruluşa ya da bireye bırakılamaz. Bunun için cesur, ilerici bir liderliğe ve hoşgörülü, kapsayıcı bir Avrupa’da yaşamak isteyen herkesin (ki ben çoğunluğun böyle olduğuna inanıyorum) kolektif seferberliğine ihtiyaç var.
Bu yazı The Guardian sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından çevrilmiştir.