İslam ve Müslüman aktörlerle bağlantılı “güvenlik tehditleri”ni haberleştiren Avrupa’daki ana akım medya, ön yargıları pekiştirdiği ve Müslüman karşıtlığını tetiklediği gerekçesiyle sıklıkla eleştirilse de “İslamofobik” olarak nitelendirilen haber dilini kullanmaya devam ediyor.
Birleşik Krallık merkezli Spinwatch Public Interest Investagations tarafından yayınlanan “İslamofobi ve Avrupa Medyası” başlıklı bir rapor, medyanın İslamofobik fikirlerin yayılımında kilit bir rol oynadığını ancak aslında birincil nedenin medyanın bilgi kaynaklarını belirleyen devlet politikaları olduğunu ortaya koyuyor.
Rapor, Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda, İspanya ve İtalya’da İslam ve Müslümanların basında nasıl ele alındığını inceleniyor. Yirmi yıla yayılan uzun bir örneklem dönemi, “resmî” kaynakların en önemli etken olduğu tezinden hareketle inceleniyor. Bu tezi doğrulamak ya da çürütmek için habercilikteki değişiklikler ve bunların politika değişiklikleriyle ilgili olup olmadığının tespiti amaçlanıyor.
Ana akım medya ve haber kaynakları
Müslümanlar ve İslam hakkında medyada yer alan haberlerle ilgili yapılan birçok çalışma, Avrupa genelinde ana akım medyanın Müslümanları rutin olarak ön yargılı bir biçimde ele aldığını ve İslamofobik fikirlerin, özellikle de Müslümanlar ile aşırıcılık ve radikalleşme arasında olduğu iddia edilen ilişkinin yayılmasında bir dereceye kadar rol oynadığını gösteriyor.
Peki, buna ne sebep oluyor? Arzu Merali, David Miller ve Mustafa Jarjou’nun kaleme aldığı rapor, medyada Müslüman karşıtı haberlerin yaygınlaşmasına neden olan faktörleri detaylı bir şekilde inceliyor. 22 Eylül’de kamuoyuyla paylaşılan araştırmayı gerçekleştiren ekip, medyanın Müslümanlara yönelik söz konusu tutumunda reklam ve pazarlama kaynaklı baskılardan, editörlerin ve özellikle de medya kurumu sahiplerinin siyasi yönelimine kadar birçok faktörün etkili olduğunu ortaya koyan önceki araştırmalarla aynı görüşü paylaşıyor.
Raporda altı çizilen bir diğer etken ise, gazetecilerin görünüşte güvenilir ve yetkili olan dar bir kaynak yelpazesine bağımlı olmaları.
“Resmî” kaynaklar ve gazetecilerin onları kullanımı
Araştırma, ilk olarak, “radikalleşme” ve “aşırıcılık” konularına ilişkin “resmî” tanımlamaların medyanın konuyu ele alış tarzına hakim olduğunu tespit ediyor. Resmî tanımlamaları belirleyen ve yayan aktörler, medyanın haber diline yansıyan sorunların “birincil tanımlayıcıları” olarak adlandırılıyor. Bu terim, ilk olarak 1970’lerde kültürel kuramcı ve sosyolog Stuart Hall ve meslektaşları tarafından kullanıldı. Bu tanım çerçevesinde; medya “ikincil tanımlayıcılar” pozisyonunda ve “birincil tanımlayıcılar”a “yapılandırılmış bir bağımlılık”la bağlı bulunuyor.
Peki, Müslümanlar söz konusu olduğunda bu “birincil tanımlayıcılar” kimler? İlk olarak; devlet ve terörle mücadele aygıtları olan polis, istihbarat servisleri ve diğer “terörle mücadele” birimleri akla geliyor. Bu ilk grubun ardından ise bu aygıt ve birimleri destekleyen neo-muhafazakar (İng. Neoconsarvative) ve “aşırılık” karşıtı lobi grupları ve düşünce kuruluşları geliyor.
Terörle mücadele politikasının etkileri
Birleşik Krallık, 2003 yılında terörle mücadele konusunda katı bir “Prevent” (önleme) politikası benimsemiştir. Bu eğilimi, takip eden 10 yıl içerisinde Hollanda, Fransa, İspanya ve diğer AB ülkeleri takip etmiştir. Raporda, yalnızca İtalya’nın “önleme” politikası benimsemediği ifade ediliyor.
Birleşik Krallık’ta “aşırıcılık” konulu haberler, 2005 ve 2006 yıllarında diğer ülkelerden daha erken zirve yapıyor. 2005 yılı, Başbakan Tony Blair’in meşhur “Oyunun kuralları değişiyor.” sözünü sarf ettiği ve “önleme” politikasının hâlihazırda yürürlükte olduğu Londra Saldırıları’nın gerçekleştiği yıldı. 2011’den sonra “aşırıcılık” içerikli haberlerin yeniden zirve yaptığı ikinci dönemin ise, “önleme” politikasının neo-muhafazakar bir eksende yeniden ele alındığı döneme denk geldiği düşünülüyor.
Haber konularının Fransa, İspanya ve İtalya’daki evrimi
Fransa’da ise, radikalleşmeye ilişkin politika tartışmalarının ortaya çıkmaya başladığı 2012 yılından itibaren “radikalleşme” konusuna gösterilen ilgide bir artış olduğu ve bunun 2016 sonrasında katlanarak arttığı gözlemleniyor. Rapora göre; bu süreç, Fransa’daki Charlie Hebdo (Ocak 2015) ve Bataclan (Kasım 2015) saldırılarından önce hâlihazırda başlamış bulunuyor ve esasında Nisan 2014’te yeni terörle mücadele stratejisinin başlatılmasıyla yakından ilişkili.
İspanyol medyasından elde edilen veriler, ülkede bu konudaki haber yoğunluğunun daha geç başladığını ve 2017’de zirveye ulaştığını gösteriyor. Ve bu görece geç artışın, Ocak 2015’te gündeme gelen yeni terörle mücadele stratejisinin etrafında yaşanan tartışmalar ve ardından söz konusu politikanın hayata geçirilmesiyle ilintili olduğu düşünülüyor.
İtalyan medyasında ise durumun daha farklı olduğu ve “aşırıcılık” konulu haberlerin her zaman “radikalleşme” konulu haberlerden daha fazla yapıldığı ifade ediliyor. “Radikalleşme” teriminin özellikle resmî terörle mücadele politikasıyla ilişkilendirildiği göz önünde bulundurulduğunda, bu farklılaşma muhtemelen İtalya’nın net bir “önleme” politikasına sahip olmamasından kaynaklanıyor. “Radikalleşme ” konulu haber sayısındaki artışın 2014 yılında başlaması, neo-muhafazakar düşünce kuruluşlarının raporlarının yayınlanmasıyla aynı döneme denk geliyor. Ve bu dönemde, ülkede “önleme” odaklı bir yasa tasarısı kabul edilmeye çalışılıyor.
“Medya reformu kadar devlet politikalarında reforma ihtiyaç var”
Raporda, ele alınan 5 ülkede faaliyet gösteren haber kaynağı olarak atıfta bulunulan devlet kurumları, düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin oranları detaylı olarak sunuluyor. Çalışma, bu veriler ışığında, güvenlikçi devlet politikalarının medyanın Müslümanlar ve güvenlikle ilgili konularda kullandığı haber dilinin şekillenmesinde anahtar bir rol oynadığı sonucuna ulaşıyor:
“İncelediğimiz her vakada; haberin yönü ve tonunu belirleyen ana itici güç kurumun sahipleri, editoryal kontrol ya da dünyadaki gerçek olaylar gibi medya faktörlerinin aksine, bu faktör olmuştur.”
Müslüman karşıtı habercilik denilebilecek bu faaliyetler, “önleme” tarzı politikaların benimsenmesiyle ilişkilendiriliyor. Bu durum, özellikle istihbarat kaynaklarının baskın olduğu Fransız ve İngiliz medyasında kilit rol oynuyor. Neo-muhafazakâr ve aşırılık karşıtı düşünce kuruluşları ise güvenlikçi politikalara eşlik etme rolünü oynuyor.
Rapor, nihayetinde, İslamofobik dile sahip metinlerin “birincil tanımlayıcıları”nın devlet kurumları olduğu görüşünde birleşiyor. Medya organları ise bu kurumlara yapısal bir bağımlılık içinde olan “ikincil tanımlayıcılar” olarak nitelendiriliyor.
Raporu kaleme alan ekip, medyadaki ırkçı ya da ön yargılarla dolu haber dilinin sadece medya reformu düzeyinde çözülemeyeceği sonucuna varıyor. Zira, medyaya yön veren devletin terörle mücadele ve güvenlik politikalarının da köklü bir reforma ihtiyaç duyduğu kaydediliyor. (P)