Avrupa korkularını yenebilecek mi?

Mazhar Bağlı, Avrupa'da yaşanan fikirsel gelişmelerin günümüze etkisini analiz ederken Avrupa kimliğinin oluşumunun hangi karşıtlık üzerine inşa edildiğini inceliyor.

Mazhar Bağlı / Açık Görüş

Avrupa korkularını yenebilecek mi?

Batı dünyasında Ortaçağ, korku temelli bir dönemdir. Çünkü Batılılar bu dönemde inanılmaz büyük belirsizliklerin varlığına inanırlardı. Büyüler, cadılar, şeytanlar ve daha başka görünmeyen yaratıkların dünyayı yönettiğini ve bunun da görünmeyen bir istila olduğunu düşünürlerdi. Bu korkulardan kurtulmanın biricik yolu ise güçlü bir düzen kurmak ve bilimin rehberliğinde evrenin tüm sırlarını çözecek bir yol haritası belirlemekti. Bugün yendiklerini düşündükleri tüm korkularını bitiren asıl çabanın bilimsel bilgi olduğuna inanırlar ve bunun içindir ki "Bilim Kutsal Bir İnektir" onlar için.

Bilimin evrenin sırlarını henüz çözemediği dönemlerde meskun mahallelerin sınırlarını ve aynı zamanda da insanların korku sınırlarını şehir surları, duvarlar, kaleler, şatolar vb yapılar çiziyordu. Özellikle aristokratların hususi mekanları hem fiziki olarak hem de mitolojik olarak (sihir, büyü ve efsunlarla) çok özel teknik ve tedbirlerle korunuyorlardı.

'Daima ilerle!'

Evrendeki her bir gizem çözülünce bunlara gerek kalmadı. Her gün yeni bir keşifle rahatlayan Avrupa, tüm korkularını yenmenin yöntemini keşfetmişti. Daima ilerlemek. Bugünün dünyasına egemen olan doğrusal/ilerlemeci tarih anlayışının kaynağı da bu felsefedir zaten. Buna göre insanların geçmişte edindiği olumlu ve olumsuz tüm deneyimlerinin arka planında yatan esas dürtü korkudur ve onu yendikçe de arzu ettiği düzeni kurmaya bir adım daha yaklaşacaktır. Her gün bir adım daha ileriye giderek kusursuzluğa doğru yürüyüşünü daimi bir çaba haline getirmiş oldu.

Tüm insanlığı bu korkulardan kurtarmanın pey akçesi olarak da tüm dünyaya nizam vermeyi talep ettiler. Bunu başardıklarını da söyleyebiliriz. Bizim coğrafyanın en dramatik hikayesi de bu değil midir zaten? Bizi kendisine benzetmek isteyen gücü savaş meydanlarında yenip mekteplerde ona methiyeler düzen ve örnek uygarlık olarak gösteren başka bir diyar var mıdır? Elbette bu dönüşüm sadece bizimle sınırlı kalmadı, her ne kadar bu dönüşüm coğrafi bir mekana sahip ise de etkisi küresel oldu. Modernleşme Avrupa merkezli bir düşünce akımı ama bugün küresel bir paradigmadır. Varlığa ilişkin ilk soruları sorma iddiası ile evreni, toplumları ve dünyayı dizayn etme yetkisini ukdesine alan bu kavim korkularından kurtulmanın nişanı olarak da önce kendisinin ve ilişkili olduğu coğrafyadaki ülkelerin sınırlarını çizdiler.

Sınır belirleme yetkinliği

Bugün dünyada Avrupa'yı merkezi bir aktör haline getiren esas gücü sınır belirleme yetkinliğidir. Hem fiziki sınırları belirleyebiliyor hem de din ve düşüncenin. Ortaçağda korkuları yöneten esas güç Kilise idi. Ama modern zamanlarda bu güç soyut bir paradigmaya dönüştü. Bilindiği gibi Kilise, bahse konu tüm korkuların bilgisine sahip tek kurum olduğu iddiasındaydı. Büyüyü o bozabiliyordu, efsunu kilise babaları yapıyordu, cadıların hakkından kilise geliyordu. Bu durum doğal olarak kiliseyi son derece merkezi bir kurum haline getirmişti.

Kilisenin toplumsallaştırdığı, bir başka ifade ile bir halk inancına dönüştürdüğü din de esasında vahiyden çok bu mitolojik korkulara dayandırılmıştı. Kilisenin varlığını güçlü bir şekilde koruması ama otoritesini kaybetmesine giden yol bilimin bahse konu ettiğimiz korkuları yenmesi ile başladı. Bundan dolayı da onlar için özgürlüğün ilk anlamı dinin varlığını "bilmek ve görmek" ama ona inanmaktan kurtulmak demektir. Nitekim Batı felsefesinden beslenen din teorisi de inançları, doğa karşısında güçsüz olan ilkel (!) insanların sahip oldukları korkulardan türettikleri bir ürpertidir. Doğa karşısında güçlenen modern insan artık bu korkusunu yendi ve doğal olarak bir dine bağlanmayı da büyük bir bağnazlık/ilkellik olarak görmeye başladı.

Olağanüstü güçlerden korkmayan bu insanlar artık birbirinden korkmaya başladılar. İnsanın doğa ile mücadelesinde elde ettiği teknik başarı, insanın insan ile yürüttüğü mücadele kadar parlak geçmedi. Zira evrenden ve hayatından def ettiği şer güçler/kötü ruhlar her zaferden (savaştan) sonra başka bir maske ile geri döndüler.

Son kahramanın gidişi

Birkaç anlatımı olan meşhur bir hikâye vardır, A. Ünaltay'ın aktardığı versiyonuna göre; bir şehir devletinin yanı başındaki dağın sarp kayalıklarında kuş uçmaz kervan geçmez mağaralarında yaşayan bir ejderha varmış. Bu ejderha ara sıra şehre iner, insanlardan yakaladığını öldürür yakalayamadıklarına da korku salarak büyük zararlar verirmiş. Ahali, kimi zaman buna birtakım hediyeler vermek sureti ile şerrini def etmeye çabalasalar da kalıcı bir çözüm bulamamışlar. Ülkenin tek meselesi bu canavarmış. Kral ve ahali hep bu meseleye bir hal çaresi olacak bir yol bulmaya çalışırken ülkenin kahramanları, yiğitleri, cengaverleri bu ejderhayı öldürmek için tek tek onunla savaşmaya giderler ve hiçbirisinden bir daha haber alınamazmış. Giden geri gelmez olmuş. Artık ülkede kahraman kalmamış. En son kahramanlarını da büyük bir heyecan ve endişe ile bu canavarla savaşmaya uğurlarken herkesin yüreği ağzındadır. Son şanslarıdır çünkü bu kişi. Ülkeyi bir kâbusa çeviren bu canavarın hakkından gelinmediği zaman rahat edemeyeceklerinin farkındalar. En son kahraman büyük bir tören ve seremoni ile ejderhayı öldürmeye gönderilir. Zorlu bir yolculuktan sonra ejderhanın inine gelen adam/kahraman, karşısında yedi başlı ve kocaman bir yaratık görür. Bu canavarla savaşa girişir ve yiğitliğini konuşturarak onu öldürür. Büyük bir oh çektikten sonra, etrafı kontrol etmeye başlar. Mağaranın derinliklerinde göz kamaştıran bir hazine ve çevrede irili ufaklı hayvan kemikleri görür. Ancak hiç insan kemiği bulamaz etrafta. Şimdiye kadar ejderha ile savaşmaya gelip ölenlerin izine rastlayamaz. Elini hazineye attığı anda birden kılıç tutan elinin tüylenmiş olduğunu, tırnaklarının uzadığını ve öldürmüş olduğu ejderhaya benzemeye başladığını görür. Korkudan bağırmak ister ancak tuhaf bir homurtu çıkar ağzından. Canavarı öldürmeye gelen adam canavarlaşmıştır. Artık yeni gelecek olanı ejderhaya dönüştürecek olan o olmuştur.

Çok başlı ejderha

Avrupa bütün ejderhaları/korkuları yenmeyi başarmıştı ama içinde farklı bir korkunun büyüdüğünü Rusya Ukrayna savaşı ile gördü. Dahası bu korku çok büyük dönüşümleri de beraberinde getirecek bir etkiye sahiptir. Zira bu kez şehri/Avrupa'yı tehdit eden ejderha daha çok başlıdır. Avrupa, bilimsel bilgi sayesinde uhrevi korkuları bitirdi ama enerji kıtlığı endişesini elindeki hiçbir enstrümanla bitiremiyor. Ne bilimsel bilgi işe yarıyor ne de demokrasi, ne askeri imkanlar işe yarıyor ne de sınır çizme imkanına sahip olma ayrıcalığı. Avrupa, bu savaş ile birlikte dünyadaki tüm ayrıcalıklı pozisyonlarını kaybetmeye başladı. Artık istediği coğrafyaya "demokrasiyi" götüremeyecek mesela. Bir dip dalga olarak nasıl bir korkunun yayıldığını en iyi açıklayan, Avrupa'nın en gelişmiş ülkesi İsviçre'nin halktan odun stoku yapma çağrısıdır.

Anadolu'da halk arasında sıklıkla dile getirilen bir ifade, Allah kimseyi açlıkla imtihan etmesin, çünkü açlık inkara en yakın olan haldir denilir. Zaten daha önce bu konuda sicili bir hayli kabarık olan bu kültürün ikinci bir kez inkarcılığı kendisine bir zemin olarak seçmesinin çok vahim sonuçlarının olacağını öngörebiliriz.

Değerler krizi

Sosyolojik bir kehanette bulunmak istemem ama toplumsal değişimin doğal dinamikleri bağlamında Avrupa için özellikle kendi iddiası olan insan hakları ve özgürlükler konusunda çok önemli bir dinamizm zaten beklemiyorum. Aksine giderek bu alandan uzaklaşmakta, pek çok konuda çifte standartlı olmayı bir meziyet olarak görmeye başladı. Ama teknik ve maddi refah konusunda çok büyük başarılar elde etti. Üstelik bunu tüm dünya ile de paylaşmasını bildi. Ama şimdi hem teknik alanda bir açmazla karşı karşıya hem de değerler bağlamında ciddi bir kriz yaşamaktadır.

Egemen olma fikri

Zor bir imtihan ve bundan başarı ile çıkmasına imkan tanıyacak hiçbir enstrümana mutlak anlamda sahip değildir. Görece bir sahiplik var ve bu da onların "egemen olma" fikrini yapı sökümüne uğratıyor. 2004 yılında bir proje kapsamında Kanada Toronto Üniversitesine gitmiştim. Hemen hemen her sohbet ortamında bir yıl önce Ağustos'ta meydana gelen elektrik kesintisi gündeme geliyordu. İstisnasız bütün sohbetlerde konu dönüp dolaşıp bizim coğrafyamızdan giden insanların o krizle çok daha kolay bir şekilde baş edebilmeleriydi. Kendi becerileri ile parklarda yaktıkları ateş üzerinde ekmek yaptıklarını, yemek pişirdiklerini ve hatta bu konudaki örnek becerilerinin de ayrıca kamu tarafından takdir edildiğini söylüyorlardı. Sahiden de düşünün, bütün mekanizmaların ve hizmetlerin elektrikle çalıştığı ve şehir hatlarından başka hiçbir güç kaynağına ihtiyaç hissedilmemiş yüzyirmi katlı bir apartmanda elektriklerin bir hafta boyunca kesik olduğunu...

Bu lokal ve süreli olan felaketin daimi ve büyük ölçekli olması halinde nelerin yaşanabileceğini düşünmek elbette Avrupa'yı korkutuyor ve uykusunu kaçırıyor. İşin daha da can sıkıcı olan tarafı ise bu korkuyu yenmeye giden herkesin, hikayede de anlatıldığı gibi ona yenilmiş olarak geri dönmesidir. Tüm dış faktörlere bağlı olan korkulardan kurtulduğu anda daha büyük bir canavarın tehdidiyle burun buruna geldi. Ama unuttuğu bir şey var, korkunun ecele faydası yok...

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!