Kuşkulu durumların haberleştirilmesi ve yorumlanması, bol miktarda soru ihtiva eden özel bir dile ihtiyaç duyar. Eski polis müdürü Hanefi Avcı’nın tutuklanmasıyla sonuçlanan süreç, onca belirsizliğiyle tam böyle bir dili şart koşuyor; oysa süreçle ilgili haber ve yorumlarda ne kadar az soru, ne kadar çok hüküm var!
Hanefi Avcı’ya isnat edilen “yasadışı Devrimci Karargâh örgütüne yardım” suçlaması ve onu izleyen tutuklama konusunda karşılıklı mevzilenmiş tarafların argümanlarına baktığımızda, o argümanların zayıf noktalarının olduğunu görüyoruz. Fakat taraflar o zayıf noktaların üzerinden atlayarak kendi iddialarını sürekli olarak tahkim etmeye çalışıyorlar...
Ben burada, iki tarafın en çok dile getirdiği birer argümanını ele alıp onların zayıf noktalarını göstermekle yetineceğim; çünkü başlıktan da anlayabileceğiniz gibi bu yazının asıl derdi başka.
Avcı lehine öne sürülen temel argüman şöyle: “Muhafazakâr ve sol karşıtı kimliğiyle tanınan Hanefi Avcı’nın solcu bir örgütle ilişkilendirilmesi saçmadır.”
Oysa, Avcı’nın kişisel dönüşümüne ilişkin bizzat kendi yazdıklarına bakıldığında, bugün artık onun “muhafazakâr ve sol karşıtı” bir insan olduğu öne sürülemez. Avcı’daki dönüşümün radikalliğini kendi cümleleriyle anlamaya çalışalım:
“Ruh dünyasında bu kadar büyük bir değişime dayanmak mümkün müdür? Karanlıktan aydınlığa, soğuktan sıcağa, inançsızlıktan inanmaya gidiş gibi; birbirinin zıddına dönerek öncekinin tam tersine yol almak o kadar zor ki. (...) Başta fark edemesem de yaşadığım her olaydan bir emare olarak 32 yılın sonunda (...) varlık sebebi gördüğüm değerlerin, ihtiyaca cevap veremediğini, hatta tüm sorunlarımızın kaynağı olduğunu anladım.”
Bu samimi itiraflara, bir zamanlar işkence ettiği insanlara şimdi beslediği ve yine kitabında ifade ettiği samimi hayranlığı ekleyin... O zaman anlarsınız ki, “Bir sol karşıtının solcularla işbirliği yaptığını iddia etmek zırvalıktır” argümanı gerçekte geçerli değildir.
“Devrimci Karargâh” muamması
Hiç kuşkusuz, Avcı’nın artık bir “sol düşmanı” olmaması, hatta solculara artık hayranlık duyuyor olması, otomatik olarak onun yasadışı bir sol örgüte yardım ettiği sonucunu doğurmaz. Bunun, kanıtlanması gerekir.
İşte tam bu noktada, öbür tarafın argümanının da zayıf olduğunu görüyoruz. Hatırlayalım (mealen):
“Hanefi Avcı’nın, yasadışı Devrimci Karargâh örgütü üyesi Necdet Kılıç’la irtibatlı olduğu ortaya çıktı. Avcı, Kılıç’ın İstanbul’daki evinde Kezban Küçük adlı edebiyat öğretmeniyle buluşuyordu. Avcı’nın Kılıç’a ilettiği bilgilerle, örgütün polisin teknik takibinden kurtulduğu ortaya çıktı.”
Avcı, Necdet Kılıç’a 12 Eylül’den sonra işkence etmiş, fakat 1997’de onunla barışmıştı. İki kişi o günden beri dosttu. Bu, iddia falan değil, bilgi. Dolayısıyla: Necdet Kılıç gerçekten gizli örgüt üyesi olsa bile (ki şimdilik bu da bir iddiadan ibaret), Hanefi Avcı bunu bilmiyor olabilir. Demek ki Avcı’nın Necdet Kılıç’ın evini kullanması ve orada Kezban Küçük’le buluşması, başkaca deliller ortaya konmaması durumunda kendi başına yeterli olmayacaktır.
Avcı’nın Kılıç’a ilettiği bilgilerle, örgütün polisin teknik takibinden kurtulduğu iddiası ise başka fasıl; bu iddia somut olarak ortaya konabilirse işin rengi değişir. Fakat bu aşamada, eldeki verilere bakarak, “Avcı, Devrimci Karargâh’la ilişkisi deşifre edildiği için bir psikolojik harekâta karar verdi ve o kitabı yazdı” gibi bir iddiayı kesin hüküm olarak öne sürmek de mümkün değil bence.
Bu kısmı bağlarsam: Ben, Devrimci Karargâh soruşturmasının sürüyor olmasına bağlı belirsizlik nedeniyle, bugün Hanefi Avcı’yı o dosyadan sızan bilgilerle mahkûm etmeye ya da aklamaya çalışmayı doğru bulmuyorum. Kanımca, iddianamenin açıklanmasına kadar, Hanefi Avcı olayıyla ilgili olarak ancak kitabı üzerinden bir analiz çabasına girişilebilir. Bugün ben de öyle yapacağım ve kitapla ilgili olarak kafama takılan asıl mesele çerçevesinde bazı düşünceler öne süreceğim.
“Devlet” dersinde başka, “Cemaat” dersinde başka Ergenekon
Bu yazının başlığından da anlayabileceğiniz gibi, ben kitapta en çok Ergenekon örgütünün ele alınış biçimine takıldım.
Avcı’nın kitabında, “Devlet” bölümünde başka, “Cemaat” bölümünde başka bir Ergenekon anlatılıyor. Birinci bölümde, bu örgütün yalnız varlığı değil, onun “belki binlerce, belki yüz binlerce insanın katledilmesini dahi meşru gören” bir anlayışa sahip olduğu da kabul ediyor. Avcı’nın, örgütün mahiyeti ve amacı konusunda da kuşkusu yok:
“Ergenekon, devletin rejim için öngördüğü temel ölçütleri yerine getirmeyen/ getirmek istemeyen bir siyasi anlayışın iktidar olmasına mani olmak veya iktidar olmuş ise zorla, antidemokratik yöntemlerle onu devirmek anlayışını savunanların oluşturduğu birliğin adıdır.”
Avcı, bu bölümde Ergenekon’u o kadar önemsiyor ki, davanın şöyle ya da böyle sonuçlanmasının hiçbir öneminin olmadığına inanıyor. Çünkü:
“Yargılama sonunda bir veya birkaç kişinin ceza alması, cezanın az veya çok olması hiç önemli değildir. Mühim olan bu düşünce ve anlayışın yanlış olduğunun mahkeme tarafından tescil edilmesi ve hukuk sisteminin bu yanlışlığı mahkûm etmesidir. Bana göre mahkeme bunu gerçekleştirdiği anda amaca ulaşmış demektir.”
Ben kitabı biraz geç okuyanlardanım... Dolayısıyla, yukarıdaki satırlardan önce Avcı’nın Ergenekon’u “fasa fiso” olarak değerlendirdiğine dair şeyler okumuştum. Kitabın ikinci bölümünde bir başka Ergenekon bölümü olduğunu bilmediğimden, birinci bölümdeki Ergenekon’u okuduktan sonra çok şaşırmış, “bunun neresi fasa fiso” diye sormuştum kendime... Meğer bunun bir de “Cemaat” faslı varmış. O faslı da okuduktan sonra şaşkınlığım iyice büyüdü. Bir kitabın iki ayrı bölümünde Ergenekon örgütü nasıl bu kadar farklı anlatılabilirdi?
Kitabın “Devlet” bölümünde Ergenekon, “istenmeyen” bir iktidarı “indirmek” için oluşturulmuş, “belki binlerce, belki yüz binlerce insanın katledilmesini dahi meşru gören” bir “birlik” olarak tanımlanmamış mıydı? Eh, iktidarda öyle bir parti olduğuna göre, kitabın ikinci bölümünde karşısına bir kez daha “Ergenekon” başlığı çıkan bir okur, o başlığın altında “birlik”in bu amaçla ne işler çevirdiğinin anlatılmasını bekler, değil mi?
Fakat, hayır! Okur, umduğunu bulamayacaktır... Bulduğu ise, şimdiye kadar Ergenekon’la ilişkilendirilen her ne “iş” varsa, bunların külliyen “abartma ve saptırma” olduğuna dair bir dizi itiraz olacaktır.
Basiret bağlanması
Birkaç örnek vereyim:
Danıştay saldırısı: “(...) Savcının zorlaması ile bu olaylar Ergenekon’a dâhil edilmek istense de makul bir polisiye akılla bakıldığında hiçbir bağlantı bulunmamaktadır.”
Hrant Dink cinayeti: “Bu olay da her yönüyle en ince teferruatına kadar araştırılmış, karanlıkta kalan hiçbir yeri bulunmayan bir olaydır.”
Kazılarda ele geçen deliller: “Dünyadaki bilinen örgütlerin hepsi öncelikle tabanca ve tüfek, az miktarda da roket ve el bombası bulundurur ama nedense bizde her kazıda el bombası ve roket atarlar bulunuyor.” (Naçizane cevabım: Acaba diyorum, bu farklılık, bizdeki organizasyonun, “belki binlerce, belki yüz binlerce insanın katledilmesini dahi meşru gören” bir anlayışta olmasıyla açıklanamaz mı?)
Daha böyle bir sürü “itiraz” var, fakat benim yerim dar, isteyen kitabın 504-560. sayfalarına müracaat edebilir.
Ben bu yazıyı yazarken, Habertürk’te bir Hanefi Avcı tartışması vardı. Tartışmacılardan Belma Akçura, 2010 mayısında, Avcı’nın kendisine, bugün kitapta ikinci bölüm olarak gördüğümüz “Cemaat”i kitaba koyup koymamayı kafasında tarttığını söylediğini anlattı.
Bu bilgiyle birleştirdiğimde, kitaptaki “iki Ergenekon” tuhaflığı daha iyi anlaşılıyor. Benim tahminim şöyle: Avcı önce tek kitap olarak tasarladığı birinci bölümü yazdı ve orada Ergenekon’u yukarıda anlattığım gibi değerlendirdi. Sonra, işin içine “Cemaat”i de katmaya karar verdi ve üzerinde “Ergenekon-derin devlet” kuşkusu olan her olayı “Cemaat”in operasyonu gibi göstererek bir taşla iki kuş vurmuş oldu.
Tahminimi sürdürüyorum: İki bölümü aynı kitapta yayımlamaya karar verdiğinde, yapması gereken şey, birinci bölümdeki “Ergenekon”u oradan çıkarmaktı. Artık nasıl bir basiret bağlanmasıdır bilmiyorum, bunu yapmadı. Şimdi, bu nedenle çok pişman olduğunu düşünüyorum.
TARAF