Önce usul hakkında birkaç söz:
Birinci olarak; bir fikirle, bir iddiayla, bir suçlamayla ortaya çıkan bir insanın söylediklerini irdeleyip eğer yanlışsa yanlışını söylemek yerine, "Niyeti ne", "Neden şimdi söylüyor", "Acaba hangi kişisel menfaat için söylüyor", "Nasıl bir hayal kırıklığı sonucu söylüyor", "Söyledikleri kimin işine yarıyor", "Kimlerle aynı safa düşüyor" gibi sorular ortaya atmak ya da bu sorulara imalı cevaplar vererek iddiayı sözde "çürütmeye" kalkışmak kadar ilkesiz, ayıp, üstelik de faydasız bir tutum olamaz; ki bugünlerde hiç ummadığım kalemlerin bunu yaptığına tanık olup şaşırıyorum.
Hanefi Avcı bir kitap yazmış. Hangi saikle ve neden şimdi yazdığı -ilginç de olsa- başka bir konudur, şu aşamada beni ilgilendirmez. Tıpkı, yıllardır ordu içindeki yasa dışı oluşumların bilgilerini, belgelerini sızdıranların amaçlarının ya da zamanlamalarının ilgilendirmediği gibi... Ben kitapta yazılanların doğru olup olmadığına bakarım, kitap hakkında fikir yürüten herkesten de buna bakmasını beklerim.
İkincisi...
Kitabın ağırlık noktalarından birini Gülen Cemaati'nin polis teşkilatını "ele geçirmesi" oluşturuyor ve bu durum da gerek kitabın yazarı, gerekse okuyanların çoğunluğu tarafından suç olarak algılanıyor.
Bu suçlamanın arka planında devlet algısındaki yaygın çarpıklık var.
Çarpıklık dediğim de şu: Neden Gülen Cemaati mensuplarının Emniyet Teşkilatı'nda ya da bir başka devlet kurumu içinde etkin olmaları suç olsun? Gayrimeşru yollardan mı gelmişler oralara? Bazı makamlar bazı vatandaşlara yasak mı? Bunu engelleyen bir kanun mu var?
Aslında Türkiye'nin asıl sorunu, devletin ele geçirilmesi değil, ele geçirilememesidir. Bir zamanlar devleti ele geçiren bir zümrenin, bunu ilelebet sürecek bir imtiyaz olarak görmesi, bu imtiyazı kimseyle paylaşmaya razı olmamasıdır. Oysa demokratik devletlerde, sivil toplum içinde var olan her türlü gücün, politik toplumda yansımasını bulması doğaldır. Dini örgütlenmeler, cemaatler ve tarikatlar da sivil toplumun bir parçasıdır ve onların da, kendi Türkiye projelerini hukuk düzeni içinde ve yasal sınırlar dahilinde, devlet katlarına taşıma hakları vardır.
Dolayısıyla Gülen Cemaati mensuplarının da Emniyet Teşkilatı'nda ya da bir başka devlet kurumu içinde etkin olması suç ya da ayıp değildir.
Mesele, bu etkinliği nasıl kullandıklarıdır...
İşte bu noktada ciddi suçlamaları var Hanefi Avcı'nın.
Avcı kitabında Gülen Cemaati mensuplarının Emniyet Teşkilatı içinde komplolara, kumpaslara başvurduğunu, cadı kazanları kaynattığını, kendinden gördüklerini kayırırken karşıt cephede gördüklerinin ayağını kaydırdığını, sahte belgeler ürettiğini, şantaj kasetleri hazırladığını, yasa dışı dinlemeler yaptığını yazıyor.
Eğer doğruysa vahim gerçekten... Ama çok da şaşırtıcı değil. İktidar mevkilerinin yozlaştırıcı etkileri bizi şaşırtmaz, nice iyi insanın o koltukların kurbanı olduğuna şahit olduk. Amaca ulaşmak için her yolu mubah gören anlayışlara da yabancı değiliz. Hele hele kendine bir misyon atfeden insanlar için bunun daha kolay olacağının da farkındayız.
Avcı bizi bütün bunlara inandırabilir.
Ama Ergenekon'un düzmece olduğuna inandıramaz.
Koca bir bavul dolusu orijinal belgeyle ispatlanmış bir Balyoz Davası'nın, dava safahati boyunca bütün belgeleriyle ve ayrıntılarıyla ortaya dökülmüş bir Hrant Dink Davası'nın, siyasi tarihimizin en büyük provokasyonlarından biri olan Danıştay Davası'nın, düzinelerce savcının yıllarca üzerinde çalışıp çuvallar dolusu belge inceleyerek hazırladıkları Ergenekon İddianameleri'nin, hepimizin birlikte dinlediği dehşet verici telefon kayıtlarının, tutulan günlüklerin, kaleme alınan andıçların bilirkişi raporlarıyla teyit edilen ıslak imzaların "cemaatin tezgâhı" olduğu gibi absürt bir iddiaya kimseyi inandıramaz.
Ergenekon denen olay, birkaç emniyetçinin düzenleyeceği birkaç sahte belgeyle ne doğrulanabilecek ne de çürütülebilecek kadar büyük ve kapsamlı bir fenomendir. Öyle ki, Ergenekon'a tezgâh demek, Türkiye siyasi tarihinin uzunca bir bölümüne "tezgâh" demekle aynı şeydir. Kimler tarafından, hangi saiklerle ortaya dökülmüş olursa olsun; bu ortaya dökülüş sırasında ne gibi usulsüzlükler yapılmış olursa olsun, sonuçta varlığı inkâr edilemez bir biçimde karşımızda duran bir suç örgütü var. Bu örgüt bir kez ortaya çıkmışsa, tekrar yeraltına inemez, yok olamaz, görünmez hale gelemez.
Dolayısıyla, Hanefi Avcı'nın bu kitabı Ergenekon Davası'nı zayıflatamaz.
Peki ne olur? İki süreç birlikte işlemeye başlar. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde yaşanmakta olan "glasnost" (aydınlanma) benzeri bir süreç Emniyet içinde de yaşanmaya başlar. Toplum sesini yükseltir, hükümet alarme olur, tıpkı ordu içindeki namuslu subaylar gibi namuslu emniyetçiler de bilgi-belge sızdırmaya başlar, Pandora'nın kutusu açılır, kirli çamaşırlar ortalığa saçılır, temizlik başlar. Ve çok da hayırlı olur.
Kimileri hâlâ, bir kötülükle (ordunun başını çektiği baskıcı rejimle) mücadele edilirken, onun yerini almaya aday bir başka kötülüğün (iktidarın başını çektiği baskıcı rejimin) büyüdüğünü ve asıl tehdit haline aldığını iddia etse de, aslında tam tersi oluyor. Askeri vesayete karşı kazanılan demokrasi mücadelesi, bütün diğer alanlarda da şeffaflık ve demokrasi talebini -ve imkânını- yükseltiyor.
Kapalı toplum açık topluma doğru evrildikçe, gözler sıradaki kapalı yapılara çevriliyor.
BUGÜN