Entelektüel, sosyal düşünüşün en sorunlu kavramlarından birisidir. Sosyal teori, entelektüel'i işleye, işleye bitirememiştir. Her ne kadar gelişmeler entelektüelin, mesela 19. yüzyıldaki etkisinin azalmasına yol açmış olsa bile, idrak ettiğimiz asırda bu tartışmaların şöyle ya da böyle süregideceği çok açık görülüyor.
Türkiye'de entelektüel meselesi her yerde olduğundan daha sorunlu bir şekilde tezahür ediyor. Bunun önde gelen sebebi, entelektüelin kültür tarihimize sonradan girmiş olması ve bu iddia ile donanmış olan kişilerin yarattığı sıkıntılar. Sıkıntı daha ilk anda, kavramlaştırma noktasında ortaya çıkıyor. Mesela entelektüel önce "münevver", daha sonra "aydın" kavramlarıyla karşılanmak istenmiştir. Her ikisi de anlambilimsel (semantik) olarak, sadece zihni faaliyetlerde bulunmayı ima eden bu kavramın karşılığı değil.
Entelektüeller üzerine yapılan çalışmaların içerdiği tipolojileri dikkate alacak olursak, "münevver" ya da "aydın"; misyoner, toplumsala karşı yükümlü bir kişilik olarak temayüz ediyor. Yani bireyselliğinden çok, toplumsallığı onu belirliyor. Bu çok açık olarak Durkheimcı bir sosyolojinin nesnesi olmaktır. Durkheim, her şeyin önüne toplumsallığı koyar. Yani toplum en büyük öznedir ve her olgu onun nesnesidir. Bu akıl yürütmeyle söylenecek olursa "aydın" da, toplumsal öznenin nesnesi olmak gerekir. Türk münevverinin tarihinin bu tarz bir ontolojik koşullanmanın içinde şekillendiğini söylemek zor değildir. Özellikle entelektüel olmanın politik-ideolojik açılımlar kazandığı durumlarda bu kültürel yapılanmanın çok berrak görüntüleriyle karşılaşıyoruz. Aydın kavgalarında, sorun aydınların toplumsal karşısındaki konumu değil, toplumsal'ın içinin ne ile doldurulduğudur. Yani, büyük öznenin-toplumsalın-ne olduğu. Ortada kabaca üç kemikleşmiş cevap olduğu hemen görülebilir. Toplumsala "millet", "ümmet" ya da "sınıf" diyebilirsiniz. Garip olan şudur: ne millet ne de ümmet, gelenekteki halleriyle ya da orijinallerinin imlediklerine bire bir oturur. Hepsinde Durkheimcı bir disiplin üzerinden yeniden-kültürel üretimler baskın çıkar. Kısacası modern dünyada İslam ümmetinden ya da Türk milletinden bahsetmek, geleneğin içinde bunlardan bahsetmekten çok farklıdır. Bu kavramlar sahih taraflarından bakarsak asla sosyolojik değildir. Modern dünyada ise hepsi sosyolojik tornalardan geçerek ve toplumsalın her sorununu ithal etmiş haliyle karşımıza çıkar. Kısacası sorun bu kavramların sosyolojikleştirilmesindedir. Ne tuhaftır ki, geleneğin "münevver" savunucuları, hemen dört bir elle sosyolojiye sarılmışlardır.
Onlara göre, geleneği yaşatmak ancak ona uygun bir sosyoloji sağlamakla mümkün olabilirdi. Türk muhafazakârlarının sosyoloji merakı işte böylesine bir ıskalamanın ve basitlemenin konusudur. Belki de maharet sosyolojiyi reddetmekti. Ne gelenek, ne din ne de cemaat, bizatihi (kendinde olarak) sosyolojik değildir. Onları sosyolojik kılmak, yani onları kendisi için kılmaktır sorunlu olan.
TÜRK ENTELEKTÜEL TARİHİ GÖNÜLLÜ BİR NESNELEŞME SÜRECİDİR
Türkiye'de Marksistlerin sosyoloji merakı da ayrıca sorunludur. Çünkü Marx, Comte'dan asla hoşlanmaz, sosyoloji lafına bir yanlış bilinç örneği olarak bakardı. Ona göre sınıf tek gerçekti. Buna göre en başta kendisi "sosyalist" kavramını dışarıda bırakmalıydı. Ama sosyalistlik mesleği sosyolojiyi çağrıştıran bütün donanımıyla Marksistler arasında kullanılmaya devam etti. Üstelik bu ideoloji bu diyarlara taşındığında, sınıf kavramı ile "halk" ya da "toplum" kavramları iyiden iyiye birbirine karıştırılmaya başladı. Mesela, toplumsalın alt tabakalarını okuyan, "halk" kavramı sınıf kavramından daha fazla rağbet gördü. Yani sosyolojik düşünüş, Durkheimcılık etkisi, farkında değillerdi ama Marksistler arasında yaygınlaştı. Oysa düz akıl yürütme gereği, bir Marksist, önce sosyolojiye karşı duruşuyla Marksist değil midir? Bununla da kalmadı, Türk sosyalistleri özellikle de Leninci bir kırılmayla milliyetçilik üzerinden sosyalist olmanın ilginç bir örneğini verdiler. Oysa sınıf üzerinden ancak enternasyonalci olunabilirdi. Bu eğilim kırıldı ve bir tür Herdercilik galebe çaldı. Hasılı, toplumsala körlemesine merbudiyet işte böyle sorunludur. Türk entelektüel tarihi garip bir biçimde gönüllü bir nesneleşme sürecidir. Üstelik iki taraflı olarak. Aynı anda beşeri bağları nesneleştirmeye dayanan toplumsalı sorgusuz sualsiz benimsemek anlamında, hem de zaten nesneleşen bağları bu kez özneleştirerek kendisini onun karşısında nesneleştirmek anlamında. Yani toplumsal ya da politik entelektüel biraz da çifte kavrulmuş bir nesneleştirmenin ürünü... Ama bütün bunlardan şöyle bir sonuç çıkartmak da mümkündür: Eğer toplumsal, entelektüeli nesneleştiren bir süreç ise entelektüel hangi toplumsal okumadan kaçarak özneleşebilir ki? Bir bakıma kendisini sosyolojik kılan süreçlerle hesaplaşmasını yapmak durumunda olacaktır. En düz çıkış yolu kaba ya da incelmiş bir seçkincilik yapmaktır. Mesela muhafazakâr sendrom, T. Carlyle, G.Santayana, T.S.Eliot gibi kalemlerde bazen kendisini böyle ortaya koyabilmiştir. Ama bu çok düz bir çıkıştır. İşin trajik inceliklerini görmeyi sağlamaz. İşin trajik boyutlarını Rousseau, Yeni Heloise ile Emil'de olanca gerilimiyle çok net ortaya koymuştu. Kendisi sonuçta Emil'de tercihini yaptı. Bakunin, Stirner gibileri de Yeni Heloise'dan hareketle anarşist ya da nihilist oldular. Entelektüel tarihin Batı'da bir de böyle bir boyutu var. Yani, toplumsalı entelektüel varoluş ilkesi yapmak açık uçlu bir şey. Öyle olabilir de olmayabilir de. Eğer öyle oluyorsa bu entelektüelin moral tercihidir. Olmuyorsa, bu moral ya da moralite dışı saiklerle yine entelektüelin tercihidir. "Flaneur", "avangard" ya da "bohem" biraz da budur.
Bu üç tip; ilk ikisi daha hareketli, üçüncüsü ise daha durağan karşılıklarıyla, toplumsalın karşısında nesneleşmeyi reddeden ve öznelik geliştirme iddiasında olan entelektüellerdir. "Flaneur", şehrin bulvarlarında, sokaklarında dolaşarak, mekanları, insanları, eşyayı zihni bir perspektif üzerinden yeniden-üretir. Burada toplumsal hikâye etmeye karşı, kendi hikâyesini yazma ve onu baskın kılma güdüsü vardır. "Bohem" ise içine kapanmış, kendisi gibi olanlarla başlayıp biten bir kapalı ilişkiler ağı içinde kendi mikro-kozmos toplumsallığını inşa etmek üzere, veri toplumsallığı dışarıda bırakan kişidir. Nihayet "avangard", "uçlarda" var olarak kendi öznelliğini kurtarmak isteyen adamdır. Bu üç tip; veri, kurulu toplumsal ya da politik etkilere mesafe geliştirmiş olarak temayüz eder. Öte yandan onlar, Weber'in "proletaroid", Gramci'nin "organik" dediği "politik entelektüel"i kronolojik anlamda önceler. Kökleri 18. yüzyıldadır. Politik entelektüel ise kronolojik anlamda 18. yüzyılın sonları, ama ağırlıklı olarak 19. yüzyılda pekişmiştir.. Politik entelektüel, bu üç tipi hor görür ve eksik toplumsallaşmalarını mesele eder. Hakkını verelim, politik entelektüel bu tipleri ezmiştir. Ama, mesela Sartre'ın Komünist Parti'ye üye olduğu sırada söylediklerini düşünüyorum. "İnsan olmak seçmektir" diyen Sartre, mensubiyetinin tamamen kendi seçimi olduğunu ısrarla vurguluyordu. Neden acaba? Bana kalırsa onun varoluşçuluğu, toplumsal ile bireyselliği arasında kalma durumunda, tercihinin vicdani temelde bireyselliğinden yana olacağını apaçık ilan etmekti. Bunun ardında, Fransız kültür tarihinde etkili bir birikimi olan, köklerini "bohem","flaneur" ya da "avangard" geleneklerden alan bir duruşun etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu duruş esas mevzileri hatırda tutan, "gerekirse gideriz" diyen bir duruştur.
Hemen belirtelim ki, Türk entelektüel hayatı, Necip Fazıl'ın Bab-ı Ali'sinde, ya da Fikret Adil'in Asmalımescit'inde anlattığı "flaneur" ve "bohem" tipler üretmiştir. Hepsinde bir dereceye kadar toplumsalı dışarıda bırakmak, kendi içine kapanmanın temrinlerini bulabiliriz.. Ama Türk entelektüel hayatında, bazı sendromlar ihmal edilirse, kendi sürekliliği içinde avangard bulmak alabildiğine zordur. Aykırılık, avangardlığın bir alametidir. Ama tek başına ona indirgenemez. Belki bir başka yazının konusu olabilecek "tüketim entelektüeli", aykırılıklarıyla tezahür ediyor. Bunu avangardlıkla karıştırmamak gerekir. Avangard, aykırılığı meselelere "esastan vaziyet edişi" ile aykırılaşır. Tüketim aydını ise, sadece anlık aykırılıklarla var olur. Vaziyet planı yoktur; sadece durumsallığı, hatta olumsallığı vardır.
Türkiye'nin Yakındoğu ve Ortadoğu'da artan politik etkisi, TV dizilerinin dışında kültürel bir kurumsallaşmayı ve bir yerde de avangardları gerektiriyor. Eğer zuhur ederlerse onlara kızmayalım. Dinleyelim ve anlamaya çalışalım. Fransa'nın mukadderatı, Parisli avangardların düşüncelerinin, kuvvetli taşra dinamiklerinde ortalanmasıyla gelişmiştir. Bu pekala Türkiye için de mümkün olabilir...
ZAMAN