Elif Akkuş ve Damla Erikan...
Onlar, TRT Haber'in savaş bölgelerinde görev yapan iki muhabiri.
Suriye’den Libya ve Irak’a kadar birçok gergin bölgede canlarını tehlikeye atarak görevlerini yerine getiriyorlar.
Bombardımanlara, hedef gözetmeksizin açılan ateşlere, insanların acılarına şahit oluyorlar.
Şüphesiz hiç kolay değil ama onlar gerçeklerin izini sürmekte kararlı.
Bir süredir TRT Haber ekibiyle Libya'da haber peşinde koşturan Elif Akkuş'a göre, savaşın olduğu yerde bir çizgi var. "İnsanların ölümden hayata doğru koştuğu yerde, ölümün olduğu yere gitmek ama ölmeden geri dönmeyi başarmak" diye tarif ediyor Elif Akkuş yaptığı işi.
Savaşın olduğu yerde bir sınır var. Bir çizgi. Herkes o çizgiye doğru koşuyor. Çizginin bir tarafı ölüm diğer tarafı hayat... İnsanların ölümden hayata doğru koştuğu yerde, ölümün olduğu yere gitmek, ama ölmeden geri dönmeyi başarmak zorunda kalmak. Herkesin koştuğu yerin tersine koşmak bir gerçeklik arayışı belki de mesleki olarak. Sorgusuz sualsiz, kimsenin açıklama yapmasına gerek kalmadan, gerçeğin tüm çıplaklığıyla öylece durduğu bir yer savaş bölgesi benim için. Sanki orada gerçekler bizim gitmemizi bekliyor. Çünkü birileri gitmeli. Birileri herkesin tersine koşmalı. Çocukluk hayalimin hayat bulmuş halini yaşıyorum. Çocukken, hayalini kurarken, dünyanın bu kadar acıyı barındırdığını düşünmüyordum. Ne zaman o çizgiyi tersine doğru koşarak geçsem, her seferinde daha büyük acıların yaşandığına şahit oluyorum. Savaş bölgelerinde çalışan diğer meslektaşlarım gibi…
“Zor değil mi, nasıl katlanıyorsun, korkmuyor musun?” sorularına çok sık maruz kalıyorum, eminim diğer arkadaşlarım için de geçerlidir. Zor değil, katlanmak diye bir şey yok. Çünkü bizim şahit olduğumuz acıları, oradaki insanlar yaşıyor. Şahit olmak mı yaşamak mı zor? “Şahit olmak zor” demek bana ayıp geliyor. “Korkmuyor musun?” En sık karşılaştığım soru. Elbette korkuyorum ve bu korku dikkati, etrafa daha fazla bakmayı, konsantre olmayı ve hayatta kalarak oralardan sağ çıkmamı sağlıyor. Duygusuz muyuz? Hayır değiliz. Savaş bölgelerinde çalışan tüm meslektaşlarımın içinden bir kez bile olsa şunun geçtiğine eminim; bir anlık bir gücümüz olsa ve en azından çocukları kurtarabilsek, ölmeseler. Bunu en çok bir sokakta sağa sola dağılmış çocuk cesetlerine bakarken hissediyorum. Ve saniyeler içinde gelip geçiyor bu düşünce. O çizginin diğer tarafına geçme nedenimizi hayata geçiriyoruz. İşimizi yapıyoruz. Yeter dediğim bir an oldu mu? Olmadı. Çünkü orada olmak küçükken kurulan bir hayal, hayata geçen bir gerçek ve yaşadığım sürece olmak istediğim yer. Ölene dek sahada, o çizginin ötesinde ve bir muhabir olarak...
Şu sıralar sınırda ve Suriye'de görev yapan Damla Erikan ise hissettiklerini şöyle anlatıyor:
İlk görev yerim Hatay - Reyhanlı. Suriye meselesi... Dedim, "Orta Doğu'nun kapıları açılıyor Damla".
Lise yıllarından beri bir tek düşüncem, isteğim vardı: Savaş muhabirliği. Yola böyle koyuldum. Kimse bana "Sıcak bölgelere git, sen yap, sen anlat" demedi. Ben istedim, bazen zorladım, mücadele ettim. Büyük olaylarda, kaosta, savaşta insanların ne yaşadığını bilmek, bildirmek istedim. Savaş alanında yıkılmış hayatlar, annesini kaybetmiş çocuklar, bombalar, açlık... Yaşayacağım ve karşılaşacağım zorluklara görevimin bir parçası olarak baktım. Ama alışmadım. Güneşli bir günden, cıvıl cıvıl çocuk seslerinin yankılandığı bir oyun parkından bildirmeyeceğimin farkındaydım. Bu düşünceyle gittiğim her bölgede "önce insan" dedim. Sıcak bölgelerde habercilik yapıyorum evet ama hala savaş muhabiri değilim, o kadar kolay değil! Daha tanık olmam, görmem ve işitmem gereken çok hikaye var.
Tüm bunların bilincindeyken elbette ben de insanım. Çatışmanın ortasında kaldığımda ya da bir saldırının hedefi olduğumda ilk düşüncem "Eve nasıl gideceğim?" oldu. 3 saniye, bilemediniz 3 dakika o korku yaşanır ve orada biter. Asıl amaca dönmem gerek. Yoksa gerçekten eve dönemem. Korku yaşayacağımı bildiğim ve gidemediğim her bölgeye de işini aşkla yapan herkes gibi üzüldüm. Zira tarihe tanıklık etmek biliniz ki bağımlılık yapıyor. Kişisel hiçbir zorluğa boyun eğmedim. Ne yer ne içerim diye düşünmedim. Saçlarım mı bozulur bozulsun, üşür müyüm üşüyeyim, korkudan yüreğim ağzıma gelir mi gelsin (Evet bunlar da zorluk). Soğukkanlı olmak, işime odaklanmak zorundayım. Stres beni ele geçirmemeli. Sıcak bölgelerde kafamdan hep iyi şeyler geçirdim. Eve döndüğümde en sevdiğim yemeği yemeyi, film izlemeyi, en önemlisi yaptığım tanıklığın olumlu etkilerini ve dönüşlerini düşündüm.
Gittiğim birçok yere belki son gidişim olacak, hatta belki son giden, gören, koklayan ben olacağım. Bunun hissi tarifsiz.
Yakın zamanda Maaret El Numan (İidlib'in en büyük ilçelerinden) Beşşar Esed rejiminin kontrolüne geçmeden gittik. Hatta ilçeyi son gören, belki de ben ve ekibim. Ateşkes süreciydi. Ama zaten ilçede kimse kalmamış, binalar enkaz. Evlerde bitmiş hayatlar, eşyalar, oyuncaklar... Birden ateşin ortasında kaldık. 1, 2, 3... havan atılıyor. En uzağı 200 metre öteye düşüyor. O 3 saniye-dakika afallamasını yaşadım. Kameramanıma koştum. "Damla bu sefer bitti" dedim. Bitmedi. Sağ salim eve döndük. Şimdi o kimsenin gitmeyeceği yere bir daha gider miyim? Evet, haber varsa, bir hayata dokunuyorsa, duyurmam gereken bir şey varsa giderim. Ben orada işte tarihe tanıklık ettim. Elimde ateşkesi ihlal eden belgeler vardı. Ben gördüm, en duydum. Şahit olan, yaşayan benim.
Kendim kadar ekip arkadaşım da önemli. İyi anlaşmalı, birbirimizi iyi anlamalıyız. Morale en çok ihtiyaç duyduğunuz anda en büyük gücünüz ekip arkadaşınız. Yaşam ve ölüm arasındaki yolculuğu birlikte yaptığınız insan...
Doğru karar vermek: Duygularına hakim ol!
2019'un eylül ayları... Suriye’de Esed rejiminin saldırıları yoğun. Taş taş üstünde kalmamış. İnsanlar can havliyle kaçıyor. Serakib ilçesine gittik. Önemliydi. Rejimin hedefindeydi. Dönüş yolundayken haber geldi. Türkiye sınırına yakın bir köyde, Kefreyye’de hava saldırısı. Hemen koştuk oraya. Enkaz.. Sivil savunma ekipleri enkaz altından sivilleri kurtarmaya çalışıyor. Hemen bir anons, olay anı, anlat, konuş, görüntüle derken, enkaz altında bir ses. Bir kadın, "Kurtarın, ne olur kurtarın". Enkazın başında bekleyenler, telaş... Anne ve evladı enkaz altında. Bir tarafta uçaklar bombardımana devam. Durdum. Onlar çıkana kadar beklemek istedim. "Sağ salim çıksınlar Allah’ım ne olur". Ama oradan ayrılmam lazım. Uçaklar yeniden havalandı ve orada ölebilirim. Benim yüzümden yanımdakiler de ölebilir. Bölgeden ayrıldık. Sonra sordum, sağ salim çıkmışlar. Ama o saldırıda aralarında çocukların da olduğu onlarca kişi öldü. İşte sürekli böyle bir ikilem; gel git. Doğru karar vermek için sakin olmam gerek ve maalesef duygusallığa, hele hele ucuz kahramanlıklara yer yok.
Savaş bölgelerinde mutlaka bir tarafla hareket etmek zorundayız ama aynı bakmak zorunda değiliz. Bu da diğer tarafın hedefisiniz demek. Temkinli, bilinçli ve duygusallığa yer vermeden ilerlemem şart. Gittiğin bölgeye uygun giyinmen, şartlara göre hareket etmen taraf olmak değil, ilerleyebilmen, haber yapabilmen için...
Her savaşın mağduru siviller. Beni derinden yaralayan, her lokmamı kursağımda bırakan ise çocuklar. Acıyı, mücadeleyi, zorluğu, kimsesizliği sonuna kadar yaşıyorlar. Her coğrafyanın savaşı farklı olsa da acısı aynı ve savaşın içine doğan bir çocuğun yüzünde milyonlarca savaş mağduru çocuğun yüzünü görmek katlanması kolay bir şey değil. Hepsine el uzatamayacağımı, onları kucaklayıp eve götüremeyeceğimi çok sonra anladım. Yaptığım bir haberi dünya duyar da sessiz kalmaz diye hayal kurup daha çok koştum. Her zorluğa göğüs gererim, korkuyu stresi yenerim de bombalardan kaçan, ailesini kaybedip soğuktan ölen, sokaklarda gönül rahatlığıyla oynamak nedir bilmeyen, elleri kulaklarında gezen çocukları unutamam. Her biri benimle benden bir parça.
Kalbimi işime, işimi kalbime yerleştirdim. Bir gün bile çalışmış hissetmedim. Yükü ağır, sorumluluğu fazla bu yolda her gün nefes aldığımı hissettim. Beni sıcak bölgelerden alıkoymak nefesimi kesmek demek. Eminim her savaş muhabirinin aklında, düşüncesinde de bu vardır. Benim gönlümün aslanı da işte o herkesin kaçtığı yer.