Pek çok temel ihtiyacı ithal olan Türkiye meğer Batı’ya en çok ihtiyaç duyduğu şeyi, “dinsel gericiliğe karşı Atatürk’(ç)ü çözüm ihraç” ediyormuş. Yok, yok yanlış okumadınız; Danıştay eski üyesi Prof. Dr. Ali D. Ulusoy’a göre bütün Batı’yı ama hassaten “Fransız toplumunu sarsan radikal İslam” sorununu çözmek üzere “Mösyö Macron, Atatürk’ün 100 yıl önce icat ettiği formülü kullanmaktan başka çare bulamıyor”muş. Ne büyük bir buluş, ne kutlu bir çıkış yolu!
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirip Fransa’nın yolunu tutan Ali D. Ulusoy master ve doktora programlarını Bordeaux-Montesquieu Üniversitesi’nde tamamlamış, bölüm başkanlığından dekanlığa ve rektör yardımcılığına kadar değişik kademelerde yöneticilik yapmış bir isim. Makalesine bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki; sayın Ulusoy, Paris’te hukuk formasyonu almaktan öteye Fransız kültürü ve değerler sistemini de bizlere de pazarlayacak kadar gönülden özümsemiş. İdare hukuk alanında beş kitabı ve onlarca makalesi bulunan Ulusoy’un T24 için kaleme aldığı makalesindeki (Macron’un içine Atatürk mü kaçmış? 28 Ekim 2020) Atatürk-Macron ve Fransa-Türkiye kıyasları öteden beri aşina olduğumuz bilgi ve yöntemler ihtiva ediyor. Aslında yakın bir zamana kadar devlet ve iktidar sınıfları tarafından sıkı sıkıya uygulanan fakat malum konjonktürel gerekçelerle seyrelen ve şimdilik geri çekilen ideal militan laiklik nutuk ve dayatmalarını da hatırlatması bakımından önemlidir Ulusoy’un makalesi.
Paris’ten Doğan Büyük Ümit
Fransa’da Cumhurbaşkanı Emanuel Macron’un “radikal İslam” ile mücadele için tuttuğu yolun “Atatürk’ün Türk Cumhuriyet devriminde dinsel gericiliğe karşı bulduğu formül” olduğunu teyid eden Ulusoy’un en büyük ve biricik kaygısı da “Macron'a hakaret edenler galiba Macron üzerinden Atatürk'e (de) saydırmış oluyorlar”dan öteye geçmiyor. Haliyle bu kısır perspektif ve buram buram self-oryantalizm kokan karakterlerden Fransız kültürünü yüceltmekten, bu kültüre itiraz eden İslami kimlikten “kültürel bölücü” sıfatından başlayıp Müslüman göçmenleri gericilik, şiddet ve terörle eşitlemekten adaletli bir analize, makul bir çözüm önerisine hiç sıra gelmiyor.
Ne sömürgecilik tarihine küçük olsun bir atıf var ne de Batı’ya göçmek zorunda kalan insanların mahrumiyet ve acılarında Fransa, İngiltere gibi emperyalist devletlerin payına ima yoluyla olsun bir değini var. Fransa’nın tehdit algısını haklı çıkarmak üzere Ulusoy tarafından verilen “bir kadının kara çarşafa bürünmesi ortalama bir Fransız için insan haysiyeti ile bağdaşan bir şey değil” örneği ne kadar da hukuktan nasipsiz ve ne kadar da çarpık ve çirkin değil mi? Modern Fransız kültürünü evrensel bir hukuk normu zanneden, aydınlanma ve ilerleme ideolojisini mutlak hüküm sayan kafa yapısı Müslümanların neden yapısal olarak suçlu olduğunu hiç gocunmadan şöyle bir örnekle izaha kalkışabiliyor: “Mayo veya şort giymesinler diye kız çocuklarını lisedeki jimnastik veya yüzme dersine göndermemek Fransız kültürüne meydan okuma olarak algılanıyor.” Tesettür, mahremiyet, haya duygusu gibi en temel ve fıtri değerleri prensip olarak ilan eden Kur’anı Kerim’e de bu prensiplere sahip çıkan Müslümanlara da “insan haysiyetine meydan okuyanlar” yaftasını yapıştırmak için bütün ahlaki ve akli melekelerden soyutlanmak icap eder ancak.
Şu soru neden sorulmuyor acaba: Fransa neden İslami değer ve sembollere karşı saldırgan politikalarını iyiden iyiye tırmandırıyor acaba? Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden Türkiye ve Müslüman toplumları tahkire yeltenen, Charlie Hebdo üzerinden barbarca bir psikolojik harbe girişen Fransa ne elde etmeye çalışıyor? “Fransız değerlerine yatkın bir İslam” gibi cümlelerin kararlılık bildirmek üzere tekrar tekrar kurulmasıyla aslında Cumhuriyet’in militan laik karakterini meşrulaştırmakta kullanılan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ilkelerin nasıl da boş ve çürük olduğunu ilan ediyor öncelikle. Lakin mesele kavramsal bir tartışmadan ibaret değil; siyasi, iktisadi ve stratejik bir rekabetin parçası. Fransa’nın Libya ve Tunus’ta yediği sarsıcı darbelerden, Cezayir ve Mali’de hızla büyüyen risklerden doğrudan doğruya Türkiye’yi ve bölgedeki İslami hareketleri sorumlu tuttuğu biliniyor. Çünkü Fransa’nın Afrika’da kurduğu sömürge çarkında kırılan her bir dişli Paris başta olmak üzere ülke sathındaki sanayi ve finans sektörünün alacağı ağır bir darbe demektir.
Aydınlanmayı Konuşalım, Sömürgeciliği Unutalım
Yunanistan ve GKRY’ni ileri sürdüğü Doğu Akdeniz krizinde Türkiye’ye karşı somut bir ilerleme kaydedememişken bir de Ermenistan cephesinin ağır bir hasar alması Fransa’yı daha dengesiz ve daha agresif politikalara sürükledi. Özerk Dağlık Karabağ ve 7 bölgesi otuz yıla yakındır işgal altında olan, bir milyona yakın insanı bölgeden tehcir edilen Azerbaycan’ın başlattığı karşı atak Fransa-Türkiye arasındaki gerilimi, dolaylı çatışmayı siyasi ve diplomatik mecrada açık bir çatışmaya dönüştürdü neredeyse. Çünkü son çatışmaların başladığı 27 Eylül’ü takiben Azerbaycan-Ermenistan cephesinde ortaya çıkan tablo Avrupa’nın ve Fransa’nın tansiyonunu çok fena bir biçimde yükseltti. Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya’daki Türki-Müslüman halklara karşı “ileri karakol” misyonuyla birlikte donatıp destekledikleri Ermenistan ordusu darbe aldıkça artçı sarsıntıları Rusya ve Avrupa’nın merkezlerinde de hissediliyordu.
30 Eylül’de “Ermenistan için endişeliyiz. Türkiye bölgede düşüncesiz ve tehlikeli hareket ediyor” şeklinde beyanat veren Emanuel Macron hemen akabinde 2 Ekim’de Brüksel’deki AB liderler zirvesinde derinleşen endişesini “Türkiye Dağlık Karabağ’da kırmızı çizgiyi geçti” cümlesiyle özetliyordu. Eş zamanlı olarak büyük şehirlerde iğrenç çizimleri kamu binalarına yansıtılan Charlie Hebdo’nun bir mizah dergisi değil istihbarat üssü gibi misyon üstlendiği çok aşikardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Avrupa faşizmi yeni bir safhaya geçti” çıkışı ile “Azerbaycan’daki felaketlerin, işgallerin arkasında Fransa var” işareti ırkçı-ayrımcı Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen ile yarışa girişen liberal-sosyalist Macron’un paralel yürüdüğünü teyid etmeye matuftu muhtemelen.
Dehşetli bir tehdit gibi haykırılan “Fransa değerlerine sonuna kadar sahip çıkacaktır” deklarasyonu bir nevi asimilasyona razı olmayı içeren “Müslümanlar İslami değerlerinden vazgeçsinler” manasına geliyordu. Oysaki 1923’ten itibaren Batılılaşma ve modernleşme adına Türkiye’de ceberrut yöntemlerle inşa edilen Tek Adam ve Tek Parti Cumhuriyeti silsile halinde işleyen askeri darbeler dâhil bütün imkânları seferber ederek laik-seküler ve ulusalcı İslam projesini hayata geçirmeye girişmişti. Bin yıl süreceği sanılan fakat çok çabuk bozguna uğrayan 28 Şubat post-modern darbe sürecinden sonra bugünlerde “Macron’un içine Atatürk kaçmış” diye sevinen Kemalist cenah Avrupa cephesinden gelecek bir Mehdi’ye bağlamış umutlarını. Ne kadar çok arzulasalar da yüksek sesle “Hepimiz Charlie Hebdo’yuz” sloganlarını yüzümüze haykıramadıkları için, Paris’te öfkesinden başı dönmüş Macron’a mahcup ve kısık sesli selamlar göndermekle iktifa ediyorlar şimdilik. Halife Hafter’in akim kalan Libya’daki darbe girişimi sonrasında 27 yıldır Azerbaycan halkına karşı işgal ve tehcir suçu işleyen Ermenistan ordusunun yenilgisi de Fransa gibi içerideki Fransa muhiplerinde de moral çöküntüsüne sebep oldu. Geleceği Esed ve Sisi’nin despotizmine, Putin ve Macron’un barbarlık üzerine inşa ettikleri hegemonya üzerine kurmak isteyenleri derin bir pişmanlık bekliyor elbette.
(Yazar Yeni Akit’teki köşesinde yayımlanan bu yazısını Haksöz-Haber için genişletmiştir)