Cemil Koçak, Star gazetesinde 15 Temmuz 2015 yılında yazdığı yazısında sol/sosyalistlerin Kemalizmle olan ideolojik yakınlıklarını ve bağlılıklarını nasıl sürdürdüklerinin bir örneği olarak Nazım Hikmet “dosyasını” açıyor. Mustafa Kemal’in suçlarını örtme çabasının Nazım Hikmet’in mahkumiyetinin ele alınışında nasıl işlendiğini kaynaklarıyla ortaya koyuyor:
1960’lı ve 70’li yıllarda sosyalistler, Kemâlizmle olan ideolojik yakınlık ve bağlılıklarını sürdürebilmek adına, Nâzım Hikmet ‘dosyası’nda kendilerine ‘resmî târih’ yazmayı tercih etmişlerdir. Nazım Hikmet’in mahkumiyeti her ne kadar Atatürk dönemine rastladıysa da, onun bu olayla bir irtibatının olmaması gerekiyordu!
Daha önce Nâzım Hikmet’in yargılandığı ve mahkûm olduğu iki davayı (Harb Okulu ve donanma davalarını) yazmıştım. Bu yazıda üzerinde durmak istediğim husus ise bambaşka… Nâzım Hikmet’in mahkûmiyetinin açıklanmasına sıra gelince; sosyalist literatürün Atatürk ve Kemâlizm ile olan bağını ve bağlılığını gözler önüne sermek gerekiyor. Belki de bu hâdise, bu ilişkinin güzel bir örnek olayı olarak kabul edilebilir.
Nâzım neden mahkûm edildi?
Daha önce de bir vesile ile Star’da yazmıştım (“Rasih Nuri İleri: ‘Atatürk ve Komünizm’”, 20 Aralık 2014); Rasih Nuri İleri, “Atatürk ve Komünizm” kitabında, Atatürk döneminde komünistlerin neredeyse hiç baskı altında kalmadıklarını ve neredeyse hiç tutuklanmadıklarını; mahkûm olmadıklarını ileri sürüyordu. 1969 yılında… Aynı yıllarda yayınlanan ve Nâzım Hikmet’in mahkûmiyetini anlatan pek çok başka yayında da, Nâzım Hikmet’in başına gelen bu haksız ve yasa ve hukuk dışı tasarrufun siyasal iktidarın hangi ‘kanadı’na ait olduğu uzun uzun tartışılıyordu.
Neredeyse bütün yazarlar, adeta söz birliği etmiş şekilde, İleri’yi tekrar ediyorlardı. Meselâ, Kemâl Sülker, 1967 yılında ilk baskısı yapılan “Nâzım Hikmet Dosyası” kitabında; daha kitabının kapağında; Atatürk’ün ağzından şöyle yazıyordu: “Şükrü Kaya, Nâzım’ı takmış parmağına; onunla uğraşıyor; ben tanırım, mert oğlandır o… Şükrü Kaya, müşiri de (Çakmak) kandırmış; askerlerin arasında onun yazılarına benzer yazılar uydurup, dğıtmışlar. Başını yakmaya çalışıyorlar oğlanın…”
Okuyucu, daha kitabın kapağında Nâzım Hikmet’in mahkûmiyeti ile Atatürk’ün bir ilgisinin bulunmadığını öğrenmiş oluyordu! Bütün suç, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nındı. Üstelik bunu bizzat Atatürk söylemişti! Hatta o sırada başbakanlıktan çoktan uzaklaştırılmış bulunan İsmet İnönü bile, yine kitabın kapağından bize şöyle sesleniyordu: “Nâzım’ın hapiste olmasına canım yanıyor.”
Suçlu bulundu
Evet, bütün suç, ondaydı; yani Şükrü Kaya’da… Nâzım Hikmet’i hapse atmak için o ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, bir komplo hazırlamışlardı. Yoksa onun Atatürk döneminde hapse girmesi asla düşünülemezdi! Hatta Atatürk, ona olan saygısını ifade etmişken! Elbette o sırada neredeyse hiçkimse Atatürk’ün bu sözleri nerede ve ne zaman söylediğini, yani kaynağını sormamıştı. Belki bugün de sormayacaktır. Neden mi? Onu da yazayım bari; çünkü, bu sözler pek çok kişinin hoşuna gitmiştir ve gidecektir de ondan… Hoşuna gitmesi yeterlidir; gerisi sadece küçük bir ‘ayrıntı’dır da ondan…
Nihayetinde, iddiaya göre; Kaya, Çakmak ile bir mizansen hazırlamıştır ve amacına da ulaşmıştır. Onun bu komplosuna mâni olabilmek için zamanında çok uğraşılmışsa da, başarılı olunamamıştır. O kadar ki, Atatürk’ün hastalığı sırasına denk gelen bu süreçte; -muhtemelen komplonun bu tarihe denk getirilmesi de, onun hastalığıyla ilgiliydi; ama yazarlar, böyle bir ihtimali akıllarına getirmemişlerdir- bizzat Nâzım Hikmet’in dayısı olan Ali Fuat Cebesoy da, Atatürk’ü ikâz etmişse de, bu ikâz bile hiçbir işe yaramamıştı.
Yine de sormak gerekir: Atatürk, nasıl olup da, bu komployu engelleyememişti? Yanıt basittir: Engelleyebilirdi; fakat bu sırada ağır hastaydı ve iktidarı büyük ölçüde kaybetmişti. Yorumlar böyle... Oysa 1938 yılı başında Nâzım Hikmet tutuklandığında Atatürk siyasete hâkimdi. Hastaydı; ama hastalığı henüz ilerlememişti. Onun siyasetten koptuğuna yönelik bu sırada hiçbir işaret bulunmamaktadır. İlk mahkûmiyet kararı ile temyiz başvuru sonucu da nihayet aynı yılın Mart ve Mayıs aylarıdır. Tarihsellikten ve kronolojik gelişmelerden kopuk bir analiz ve sonuç, korkarım, gerçekçi olmadığı gibi, yanlıştır da…
Bir karşı kanıt da; gerek yargılamalar ve gerekse temyiz aşamasında Şükrü Kaya’ya da, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’a da şairin ailesinin başvuruda bulunmasıdır. Demek o sırada, böyle bir ‘komplo’ düşüncesi bulunmuyordu! Aksi halde neden başvurulsun ki? Dahası; bizzat Şükrü Kaya’nın Nâzım Hikmet’ten affa uğraması için Atatürk’e mektup yazmasını istediğini de biliyoruz. Şair, bu ünlü mektubu da yazmıştır; mektubun yine Kaya’ya teslim edildiği bilinmektedir!
‘Komplo’
Nâzım Hikmet, bundan önceki yıllarda da, sanıldığının aksine, rahat değildi; daha 1936 yılı sonlarında birkaç ay tutuklu kalmıştı. Oysa, onun uzun yıllar hapiste kalmasını sağlamak isteyen gayretkeşler vardı. Şimdi de Saime Göksu ile Edward Timms’in birlikte kaleme aldıkları ve yakın bir zamanda yayınlanan bir başka kitaba gözlerimizi çevirelim: “Romantik Komünist”e… Orada “sağ görüşlü bir milletvekili”nin onu askerî mahkemede mahkûm ettirmek sevdasından söz edilmektedir.
Demek ki, o dönemde “sol görüşlü” milletvekilleri de vardı ki, yazarlar açısından bir ayrım yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur! 2001 yılında yayınlanan bu kitapta bile ‘sosyalist bakış’ın Atatürk dönemini değerlendirmesi bundan ibarettir ya da bu kadardır. ‘Sağcı milletvekilleri’ olmasa, hiçbir üzüntü verici olaya rastlanmayabilecekti tarzında…
‘Komplo’; “iktidar çevreleri”nce planlanmıştı, yazarlara göre… Hangi çevreler? İktidarın başkaca çevreleri nelerdi? Bunları bilmiyoruz; yazarlar bu konuda bizi aydınlatmıyorlar. Ama bir takım ‘kötü’ iktidar çevreleri olduğu yönünde bir izlenim ediniyoruz. Elbette bunun aksi de bir o kadar doğrudur. Yani, ‘iyi’ iktidar çevreleri de vardı o sırada… Sadece kimler olduğu yazılmamıştır, o kadar…
Öykü ve tarihyazımı bu şekilde gelişti işte…
Oysa, 1938 yılının Kasım ayında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, bakanlıktan ayrılmıştı; İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuştu. Yine de şairin durumunda bir değişiklik olmadı. Temyiz için ümitler boşa çıktı. Ardından da bir af beklentisi, uzun yıllar devam edecektir. Ama bu da bir başka yazının konusu artık…
Nâzım Hikmet Ankara’da
İlginç olan husus; 1937 yılında Nâzım Hikmet’in yine o sırada gizli faaliyet içinde olan Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin eski yöneticisi Şevket Süreyya Aydemir aracılığıyla ve onun sofrasında Şükrü Kaya ve sonradan İçişleri Bakanı da olacak olan Emniyet genel müdürü Şükrü Sökmensüer ile buluşmasıdır. Bir anlamda Nâzım Hikmet’in Ankara’da rejimin önde gelenleriyle tanışması ve buluşmasına tanık oluruz. Aslında bu sırada Nâzım Hikmet, TKP’den parti içi muhalefeti nedeniyle çoktan ihraç edilmişti. Partinin ve dünya komünist hareketinin gözünde ‘Troçkist-polis muhalefeti’nin başında bulunuyordu. Bu bakımdan siyasî olarak çok güç bir dönemindeydi. Bir bakıma yalnız bırakılmış; siyasî alanda tecrid edilmişti.
Nâzım Hikmet ihbar ediyor!
Aslında mahkûmiyetle sonuçlanacak olan bu gelişmelerin fitilini ateşleyen şey; Nâzım Hikmet’in kendisini ziyarete gelen Deniz Harb Okulu öğrencisi Ömer Deniz’i polis ajanı olarak algılamasıyla başladı. Gerçekten de Ömer Deniz’in üzerinde askerî üniformayla onu önce işyerinde, ardından evinde ziyarete gitmesi, sadece şaşırtıcı değil; ama aynı zamanda dehşet vericiydi de… Nâzım Hikmet, bu ısrarlı ziyaretlerden kuşkulanmıştır; haklıdır da… Elbette polisin kendisine bir tuzak kurabileceğinden endişe etmektedir. Daha birkaç ay önce tutuklanmış bir sabıkalı komünist için bundan daha tabiî bir düşünce herhalde olamazdı. Yoldaşlarıyla da bu gelişmeyi paylaşmıştır; onlardan fikir almıştır. Pek çoğu bunun üzerinde durmamasını istemiştir. Fakat o, bu tuzağı deşifre etmeyi tercih etmiş ve emniyet müdürlüğüne telefon ederek, yaptıkları provakasyonu anladığını söylemiştir.
Oysa emniyetin, anlatıldığına göre, hiçbir şeyden haberi yoktur. Şairin evininin polis gözeteminde olması gerekirdi oysa… Artık bu kısım gerçekten de karanlık… Her neyse, emniyet, şairin telefonu üzerine alarma geçmiş ve bu genç harbiye öğrencisinin peşine düşmüştür. Bu takip sonucunda önce Deniz Harb Okulu’ndaki yarı arkadaş, yarı siyasî ilişkiler deşifre edilmiş; ardından da donanma ve Yavuz zırhlısındaki ilişkiler açığa çıkarılmıştır. Nâzım Hikmet, bu tablo içinde emniyetin harekete geçmesine neden olan kişi olarak ortaya çıkmaktadır. O sırada partiden çoktan ihraç edilmiş olduğundan da, muhtemelen hakkında çok sayıda dedikodu edilir. Ama bunlar, sosyalist literatüre girmiş, girebilmiş meseleler değildir henüz… Olanlar da marjinal kalmıştır.