‘Atatürksüz Bir Dünya’ mümkün (mü?)

KENAN ALPAY

Elbette başlıktaki soruyu sadece Türkiye için soruyoruz. Elhamdülillah başka bir ülke ve toplumun “Atatürksüz bir dünya mümkün mü?” sorusunu sormaya ihtiyacı yok ve olmayacak da.

Diktatör müydü, demokrat mıydı, liberal miydi, ilerici miydi, dindar mıydı, emperyalizm karşıtı mıydı, milliyetçi miydi… gibi sorular eşliğinde toplum olarak bütün yolları Atatürk’e çıkan bir dünyaya mahkum edilmek isteniyoruz.  İktidar sınıfları “Tek Yol Atatürkçülük” diyerek siyasi, iktisadi ve hukuki alanlarda olduğu kadar entelektüel ve psikolojik alanlarda da ciddi bir mücadele yürütüyor.

İnsanlar her an kapılarını çalacak darbe, suikast, hapis, kapatılma, fişlenme korkusu gibi bir sürü musibetten endişe ediyordu. Ancak şimdilik ulusal devletten ve uzantılarından neşet eden musibetlerin önemli oranda önü alındı. Askeri darbe planlayanların, toplumsal kaos pazarlayanların, ekonomik kriz tezgahlayanların çarklarına çomak sokuldu.

Peki, haksız ve halksız iktidarlarını darbe, kaos ve kriz üzerinde temellendiren iktidar sınıflarının kendisinden güç aldıkları Kemalist ideolojiyle ne zaman ve nasıl hesaplaşacağız? Bu hesaplaşmaya girişmeden zulüm giderilir, adalet temin edilir mi? En başta İslami kimlik sahipleri, Müslümanlar bu soruyu kendilerine sormak durumundadır.

Yüz yıllık süreç içerisinde devletin zorbaca muameleleriyle muhafazakâr-milliyetçi bir kimliğe evrilen ve çıkış yolu olarak biraz da liberal değerlere tutunmayı tercih eden Müslüman kesimler enteresan bir şaşkınlık içerisinde seyrediyorlar. Şöyle ki siyasi ve ekonomik açıdan ciddi bir yükseliş trendi yakalayan Müslüman kesimler entelektüel ve psikolojik açıdan ciddi bir gerileme süreci yaşıyorlar.

Devletten dayak yedikçe Müslümanların kendi kaynak ve kavramlarından uzaklaşmasına paralel seyreden özgüven kaybı maalesef ‘sığıntı’ bir kimlik ortaya çıkardı. Konjonktüre göre muhafazakâr, milliyetçi, liberal olmakta beis görmeyenlerin Atatürkçü olmalarında da ciddi bir beis görülmüyordu. Bu sebeple özellikle 28 Şubat sürecinde siyaseten söylenen “Atatürk yaşasaydı Milli Görüşçü olurdu” gibi sözler, seküler pedagojik takıntı sahipleri tarafından “çocuklarımız bizimle okul arasında kalıp çatışma yaşamasın, şimdilik Atatürk’ü sevdirelim onlara!” gibi en mantıksız uçlara doğru savrulmaların önünü açtı.

Siyaset, pedagoji, ekonomi, sanat, spor derken hayatın tamamında ‘sözde’ konjonktürel olarak sahiplenilmiş gibi gösterilen ulusal kimlik ve semboller Müslüman cemaatlerin önemli bir kesiminde kimlik kırılmalarına, en acısından başkalaşmalara sebep oldu. Şimdi esnafından sanayicisine, entelektüelinden siyasetçisine kadar Müslüman mahallesinden geniş kesimlerin “gerçek Atatürkçülüğe atıf” yapmayı marifet sayması ise yaşadığımız düşünce ve itikat krizinin ne kadar derinde ve yaygın olduğuna önemli bir işarettir.

Türkiye yüzyılın düşünsel ve psikolojik krizini kronikleştirme veya terk etme tartışmasını yaşıyor aslında. 75 Milyonluk bir toplum derinliği, ufku, ahlaki ve siyasi meşruiyeti Mustafa Kemal’i ve Atatürkçülüğü aş(a)mayan bir dünyaya mecbur ve mahkûm edilmek isteniyor. Halen Mustafa Kemal’in çözümlerini terk edenler helak olur, yolundan çıkanlar iflah olmaz büyüsüne teslim olmamızı bekleyenler var. “Ölümsüz Şef’in Ebedi Kulları” bir korku ütopyası değil, ‘resmen’ yaşayan bir kanun ve kâbus.

Başbakan Erdoğan’ın 10 Kasım’da Kürt sorununa çözüm bağlamında “Atatürk’ün yaptığı millet tanımı” üzerinden yeni Anayasa sürecinde alınacak yolu yumuşatma kaygısıyla söylediğini zannettiğimiz sözlerin yansımasına bir bakalım. Görüldüğü üzere burada da aşılamaz, atlanamaz, aykırı olunamaz Atatürk fenomeni gelip kapımıza dayanmaktadır.

Açıktır ki; Atatürk’ten yola çıkıp yanlış bir biçimde çatısı çatılmış millet (aslen ulus) tanımı yapmakta ısrarcı olmanın anlamı ve faydası yoktur. Hedef, Kur’an’da Hz. İbrahim tarafından inşa edilen millet (aslen din-inanç) tanımına ve pratiğine ulaşmak olmalıdır.

“Sevgili Atatürkçüğüm”

Atatürkçü eğitim sisteminin ilkokul çocuklarının zihin ve duygu dünyasında nasıl bir deformasyona yol açtığını ele alan güzel bir kitaptır “Sevgili Atatürkçüğüm”. Esra Elmas’ın kaleme aldığı bu harika araştırma (Hayy Kitap-2007) bir süredir Kemalizmi görmezden gelen şimdilerde ise rasyonel gerekçelerle, pragmatik saiklerle sahiplenmeye başlayan bazı Müslümanlara şaşılık ve şaşkınlıklarını hatırlatacak nitelikte.

“Türkiye’nin ‘Ölmeyen’ Babası”

Hilal Kaplan’ın kaleme aldığı “Türkiye’nin ‘Ölmeyen’ Babası” isimli kitap ise (Timaş-2011) ‘Atatürkçü Gençlik’in inşa sürecini irdeliyor. Kitap, siyasal-sosyolojik ve psikolojik tahliller eşliğinde “Bir hegemonya stratejisi olarak Atatürkçülük” siyasetini semboller ve söylemler üzerinden sunuyor okuyucuya. Atatürkçü gençlerle yapılan uzun söyleşilerde mitselleştirilerek ipotek altına alınan toplumsal hayattan kesitler sunuyor. Kaplan, rehavet havasına girenlere ‘tedirgin’ olanların sadece ‘Genç Subaylar’dan ibaret olmadığını hatırlatıyor.