Takdim
Yaklaşık beş yıldır Atatürk üzerine başta cumhuriyetin kayda değer tüm eserleri olmak üzere yazılmış hatıratları okumam ve yaşananları anlamaya çalışmamla birlikte ortaya ciddi bir Mustafa Kemal portresi çıktı. Güncel siyasi gelişmeler ve son Mısır sendromuyla birlikte detaydan çok tahribatın asli kaynağı ile hesaplaşılması gerektiğini, en azından hakikatin kitleler nezdinde doğru anlaşılması sağlanmadan detayların bizi aynı döngüye mahkum edeceğini görmemiz gerekmektedir. Cumhuriyetin erken dönemine dair yaşanmışlığın can yakan, hayat karartan realitesine mercek tutmaya çalıştığımız bu yazı dizisinin bilincimizi bileylemesi ve geçmişin karanlık yüzlerinin ve eylemlerinin daha iyi anlaşılması adına katkı sunmasını temenni ediyorum.
Alışılageldiği üzere böyle bir yazı dizisinin başında, ortasında ve sonuç faslında, Mustafa Kemal Atatürk’ün dehasına, onun, tarihin kaydettiği ender bir siyaset, sanat, savaş, hitabet, ideoloji, aksiyon, aşk, idare, irade, sabır, zeka, sistem, strateji adamı olduğuna ve tüm güzel vasıflara sahip olduğuna dönük övgüler dizmek şarttır. Yazdıklarınızın meşruiyeti ve kazancınızın çok boyutluluğu buna bağlıdır. Tersinden bakılınca da linç edilmemeniz, geleceğinizin karartılmaması, hapishanelerde çürümemeniz, faili meçhullere kurban gitmemeniz ya da vatan haini olmamanız için de en akılcı (!) yol Atatürk’ün büyüklüğünü (!) tekrar ve yüceliğini (!) ikrardan geçmektedir.
Nitekim bugünkü bilgi buhranı da 1923 yılından bu yana apaçık gerçeklere dokunamamanın bakiyesidir.
Resmi algıda her şey Atatürk’le anlam bulmaktaydı. Ancak aynı oranda onunla ilgili oluşturulan giz bulutlarıyla da anlamını yitirmekteydi.
Bu gize dokunmak yakıcıydı. Ulaşılması imkansız olmayan bilgi ve belgelere dokunmak, yazmak, söylemek kodese, işkenceye ve daha fazlasına hazırlıklı olmayı gerektirmekteydi.
Tüm kazanımların merkezine Atatürk’ü yerleştirmekte bonkör davrananlar, onunla ilgili gerçeklerin (handikaplar) ortaya çıkmasında ise son derece cimriydiler. En basiti onun alkol bağımlılığını bile konuşmaktan herkesi men ettiler.
Mustafa Kemal’i apoletlerinden ve onu insan üstü hale getiren efsanelerden kopararak yapıp ettikleriyle gerçekçi biçimde anlatabilen kalem ve eser sayısının halen bir elin parmakları kadar bile olmaması bu durumun en açık göstergesidir.
Atatürk’le yüzleşmeyi elbette egemen (resmi) perspektiften hareketle yapabilmek ve hâkim ideolojinin geçmiş ve mevcut anlayışında görebilmek mümkün olmayacaktı.
Çünkü bu alan bilgiye değil mitoslara iman etmiş olmayı gerektirmektedir. Kurguladıkları olay ve kişileri, yegâne gerçeklik olarak bilinsin isteyen, kadrolu övücülerin dün ve bugün M. Kemal söz konusu olduğunda bilinen sloganları aşacak farklı bir söylem içine girmeleri söz konusu olamazdı.
Bu çevreler Turgut Özakman gibi profesyonel bir bilgi kirleticiye senaryo yazdırıp komedyen eskisi Hamdi Alkan’a hakikaten komik Atatürk filmleri yaptırmakla yetinmektedirler.
Küçücük hakikat kırıntılarını senaryoya dahil etti diye fanatik Atatürkçüleri isyan ettiren, Marksist-Kemalist kırması Can Dündar yapıtları da fiyaskodan öte bir içerik taşımamaktadır.
Kemalist ekâbir için Ata’yı anlamak onun sağlığında ve ölümünden sonra geçen bunca yıllık zaman zarfında abesle iştigaldi. Zira kesin ve yürekten bir bağla bağlanılan Atatürk ‘ilke ve inkılapları’ sorgulamayı değil her fırsatta ‘yüceltilmeyi’ gerektiren kutsiyet ve kıymete haizdi.
Kısaca yüzleşmeyle zaman kaybetmek yerine yüceltmek için seferber olmak her açıdan çok daha “kazançlıydı”. Hem de ortada sırıtan onca yaşanmışlığa rağmen.
Zaten ‘soy’ insan, prensiplerini statik birtakım nazariyelerden değil, dinamik olan hayatın kendi özünden itina ile derleyen bir dehaydı! Hatta fevkaldeha (deha ötesi) idi.
“Gazi konuştuğu zaman güzel, söylediği zaman çok güzel, anlattığı zaman fevkalade güzeldi.” (Midhat Cemal Kuntay, “Gazinin Sofrasında”, Ayda Bir Dergisi, Sayı: 6, sf. 4, İstanbul, Kasım 1952)
Bu durumda geriye zaten sorgulanacak ve tetkike şayan ne kalıyordu ki?
Gelenekselleşen bu tutum M. Kemal muhaliflerini de bir biçimde etkilemiştir. Atatürk’ten ve icraatlarından nefret eden çevreler dahi M. Kemal gerçeğini kendi içlerinde fısıltıyla konuşurken uydurulmuş klişe efsane ve yalanları yüksek sesle haykırmaktadırlar. İslamcı, liberal, sosyalist vs bütün rejim muhalifi şahıs ve cemaatler meşruiyetlerini tasdik adına Kemalizm’e övgü dizmekte beis görmemektedir. İslamcı kanatta bir dönem Deccal diye bahsedilen M. Kemal kısa bir süre sonra basın yayın aracılığı ile kamuoyuna verilen mesajlarda sahiplenilmekte ve dahi komutan, milli kahraman olarak kutsanmaktadır. Sosyalistlerin ise bir dönem emperyalizmin uşağı dedikleri Atatürk aynı kişilerce bir müddet sonra ölümsüz bir ‘devrim’ kahramanına dönüştürülmekteydi.
Bu aşamada ‘yurtseverlik’ Türk solunun Kemalizm’e kayışında maymuncuk görevi ifa etmiştir. Çünkü bu yurdu düşmandan kurtaran büyük kumandan M. Kemal idi! Bir müddet sonra yurtseverliğin zirve noktası Mustafa Kemal sevgisiyle kesişecekti ve de öyle oldu. 68 kuşağı ile tamamen sistematik bir boyut kazanan Sol-Kemalist paradigma bugünkü holigan Kemalistlerin de döl yatağı olmuştur. Sevilecek ‘yurdu’ armağan eden kahraman sol yurtseverliğin Kemalizm’e itibar etmesi zorunlu kılınmıştı.
Aynı gerçekliğin İslami cephedeki karşılığı ise ‘vatanseverlik’ idi. Başlarda daha tavizsiz söylemlere yaslanan İslami fikir akımlarının önce muhafazakârlığa sonra da sağcılığa evrildiği bir gerçektir. Sınırları biraz daha zorlayanlar ise milliyetçiliği de yedeğe alarak yollarına devam ettiler. Milliyetçilik, muhafazakârlık, mukaddesatçılık üçlemesi bu sürecin vardığı son kertedir. Vatan sevgisi gibi hamasi bir söylem, kitle cazibesi açısından artılar sağlarken statüko savunuculuğu tehlikesini de beraberinde getirmişti. Nihayetinde ‘mübarek vatan toprakları’ söylemi onun kutlu kurtarıcısının dolaylı da olsa özümsenmesini kolaylaştıran etken oldu denilebilir. Ve böylece Kemalizm, sol yurtseverlikle sağ vatanperverliği aynı potada eriterek süreklilik sağlama becerisini gösteren bir ideoloji olmuştur.
İslami kanatta bu söylem değişikliği yer yer içe dönük, yani kendi tebaalarına yönelik mesajlarda Kemalizm’in şerrinden emin olmak şeklinde karşılık bulmaktaydı. Sol çevreler ise yok olan ideolojik zeminlerini pratik ve halen geçerli üstelik de getirisi yüksek Kemalist anlayışla doldurma yoluna gittiler. 1980 öncesinde var olan tüm sol fraksiyonların, bugün Kemalist kampta kendilerini ifade etmeye çalışmaları da bunun en açık delilidir. Aynı çevrelerin maddi kazanımları heba etmemek mazereti de bir diğer unsur olarak geçerliliğini sürdürmektedir. Türk solu Stalin-Atatürk kırması bir sentezle ayartılmayı en başından beri sevmişti. Bunun en tipik örneği sadece romantik öykünmelerle gençliğe model diye pazarlanan Deniz Gezmiş’tir. Çünkü Türkiye’nin devrim ikonu haline dönüştürdüğü Deniz Gezmiş aynı zamanda iflah olmaz bir Kemalist’tir de. Deniz Gezmiş’te var olan Mustafa Kemal ve onun benzersiz ırkçı söylemlerle örülü anti-komünist rejimine dönük sevgi aynı zamanda Türk solunda bulunan müthiş tezadın da tezahürüdür. Ülkesinin tüm kaynaklarını on beş yılda dar bir kadronun menfaatine sunan Atatürk’ten başka biri değildi. Sınıfsız ve imtiyazsız bir dünyayı sloganlaştıran Deniz Gezmiş gibilere bu M. Kemal nasıl ilham kaynağı olabilmişti? Emek ve insan arasında kurulacak herhangi bir pozitif denklemin içerisinde dünyada yer alacak son idareci insan Atatürk olabilirdi. Ve yine ilkel burjuvazi onun döneminde en parlak meyvelerini vermişken komünist devrimci Deniz Gezmişler nasıl Kemalizm’e güzellemeler yapabilmişlerdi?
Bu minvalde Deniz Gezmiş, meşhur Samsun-Ankara yürüyüşü dolayısıyla kaleme aldığı bildiride şunları söylemekteydi:
“Atatürk için toplanalım!
Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluş idealini yaşatmak için,
Mustafa Kemal Devrimine saldıran karanlık güçlere dur demek için,
Milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için,
Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye için,
Gazi Mustafa Kemal’in Mili Kurtuluşçu saflarında toplanalım!
Yaşasın Türkiye! Yaşasın yarının bağımsız Türkiye’si için mücadele!”
Batı’nın kapitalist yapısını yegâne model edinen ve uygulayan Atatürk’ün komünist olduklarını söyleyen bu güruh tarafından savunulması ideolojik bir sapma değilse nedir? Ve ilginç olan şey bu sapkın çelişkiyi Türk solunun halen büyük bir aymazlıkla sürdürmekteki ısrarıdır.
İslam’ın tüm değerlerine ve komünist ideolojiye dönük düşmanca tutumdan hayatı boyunca taviz vermeyen Atatürk bugün bu iki düşünce müntesiplerince zımnen de olsa kutsanmaktadır. Kıblesini yitirmiş Türk solunun bu düşünsel fantezisini belirli oranda tolere edebilmek mümkün. Ancak İslami grupların tavrı, ‘ilm-i siyaset’ adına işlenen bir yığın rezalet olarak tanımlanabilir.
Nihai olarak her halükarda kalabalıklar nezdinde M. Kemal gerçeğiyle yüzleşmek bilerek, isteyerek ıskalanmaktadır. Bu oyunun kazananı ise hiç şüphesiz bir asra yaklaşan hükümranlığın sahibi Kemalist rejimdir.
Slogan rejiminin (Kemalizm) masallarla bezediği, koruma kalkanlarıyla hakikatleri tersyüz edip kendi paradigmasını dayattığı bir gerçektir. Bütün hayatı ve ölümünün merkezinde duran alkol bağımlılığını (alkoliklik) bile yazabilmek, söyleyebilmek ne kadar önemli bir cesaret işidir halen ülkemizde.
Bu kapsamda ‘Çankaya’ içki ve işret sofrasını övmek marifet, sarhoşluğu mahkûm ve sarhoşları ilan etmek affedilmez bir suçtur.
Oligarşinin, dalkavuk resmi yazıcılarının tornasından çıkan Atatürk ile ‘yaşamış’ Atatürk arasındaki fark öyle büyüktür ki, bunu görmemek için sadece akla ve gerçeğe ihanet ediyor olmak yeterlidir.
Salih Bozok anlatıyor:
“Bir gün Çankaya civarında bir köylü evine gitmiştik. Girdiğimiz kulübede ihtiyar bir köylü ile karısı oturuyordu. Bize ikram ettikleri kahveleri içerken Atatürk köylü ile konuşmamı söyledi. Ben bu emre itaat için aksakallı köylüye ilk aklıma gelen suali sordum: ‘Sen Gazi'yi tanır mısın baba?’ İhtiyar beni, saçma bir sual görmüşüm gibi alaycı bir şekilde süzdü: ‘Gazi'yi tanımayan var mı ki?’ dedi ve ilave etti: ‘Ben görmedim ama her hafta Hacı Bayram Veli Camii'nde Cuma Namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nur yüzlü, Peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış!’ Gülmemi güç tutarak, Atatürk'ün sakalsız ve genç yüzüne baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve: ‘Varsın, o da öyle bilsin. Hakikati öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürtüp de sevgisini kaybetmekte ne mana var?’ dedi.” (Hadi Besleyici, Atamız Atatürk, sf. 87-88, Dilek Yayınevi, 1980)
Aradan geçen bunca yıla rağmen her türden iletişim araçlarından mahrum insanlara yönelik gerçeği saptırma yönteminin hiç değişmeden günümüzde de sürdüğü bir geçektir.
Başta eğitim-öğretim ve medya iletişim kanalları olmak üzere çok boyutlu ideolojik ifsad faaliyetleri olanca hızıyla devam etmektedir.
-Sürecek-