Atasoy Ağabey ve Komplo Seferberliği

KENAN ALPAY

Uzun yıllar ağır zulümlere maruz kalmış Müslüman toplumların eksiğine gediğine odaklanmakta olağanüstü bir performans sergileniyor. Tunus, Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelerde modern tağutları yıkmak üzere sokaklara dökülen Müslüman halkların birçok bedel ödeyerek ikame ettikleri muhalif duruş ve kazanımlar takdir edilmiyor. Oysa bu coğrafyaların en az yarım asırdır Bin Ali, Mübarek, Kaddafi, Esed gibi despot zebaniler eliyle birer cehenneme çevrilmiş olmasını önemsizleştirecek bütün değerlendirmeler kusurludur.

Mevcut zulmü ve zalimleri teşhir edip yıkmadan istikbaldeki daha büyük zulme ve zalimlere işaret etmeye odaklanmanın taşıdığı büyük zaaflar var. En başta siyasal-sosyal hadiseleri çözümleme ve çözüm önermede kendisini göstermektedir bu zaaflar. Zulmü gidermek üzere başkaldıran insanlara değil de yerel ve küresel ölçekte örgütlenmiş despotların haber merkezlerine ve açık-gizli sözcülerine kulak kesilmekle başlıyor en büyük zaaf. Bir zaman sonra bu zaaf en çok da ‘duyarlı ve bilinçli’ Müslüman kesimler arasında ‘psikolojik savaş mağduru’ olanların oranının artmasına sebep oluyor.

Bütünüyle küresel hesapları, emperyalist tuzakları, neo-liberal saldırıları çözümleme ve onlara karşı tedbir alma üzerine kurulmuş bir strateji, haliyle dengesiz ve ümitsiz bir tablo çizecektir. Bu tabloda, Müslüman toplumlar adeta koşar adım tuzaklara sürüklenmektedir. Müslümanlardan değil de sanki özne olmaktan vazgeçmiş, nesne olmayı içselleştirmiş pasif, edilgen bir güruhtan bahsediliyor. Söylenenlere bakılırsa yeni bir dünyanın kurulmasında Müslümanlar hariç herkesin sözü geçiyor, geçecek. Küresel hegemonyanın tuzağına düşmekte olan bizleri bekleyen meğerse daha büyük, daha kuşatıcı ve daha çok acı veren bir düzenmiş.

Karamsarlık Merkezli Uyarılar Ne İçin?

Bu türden değerlendirmeler bir muhasebe, bir silkiniş içinse tabi ki anlamlı. Rehavete kapılmayalım, tembellik etmeyelim, hurafeleri din edinmeden Kitab ve Sünnet’le hayatımıza istikamet verelim uyarılarına her zaman ihtiyacımız var. Lakin uyarılar, çağrılar yerini felaket senaryolarına, ısrarlı karamsarlık tezlerine bırakırsa daha büyük bir sıkıntı ile karşı karşıya kalırız.

Sözü burada Türkiye’de birçok Müslümanın üzerinde emeği, katkısı, hakkı olan onurlu şahsiyetiyle, mücadelesiyle maruf muhterem Atasoy Müftüoğlu’nun konuya dair serdettiği görüşlere getirmek istiyorum. Muhterem Atasoy ağabey geçen hafta Ankara’da İLKAV’da verdiği bir konferansta şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Tunus, Libya, Mısır’da sokaklara dökülen insanların yegâne isteği demokrasi. Kimse İslami bir yönetim istemiyor, çünkü insanların zihinleri İslam’ın yönetemeyeceğine insanların sorunlarını çözmede yetersiz kalacağına ikna edilmiş. Arap Baharı denen bu hareketlerde tek bir Anti Emperyalist ses yükselmedi. İstekler pragmatik ve demokrasi eksenli istekler. Ben Libya’yı kurtulmuş olarak görmüyorum aksine Libya yeniden sömürgeleştirildi. Kuşkusuz Kaddafi’nin zalimliği ayrı bir tartışma konusudur buna benim de bir itirazım yok, fakat bugün Libya’da yönetime gelen insanlar CIA ajanları. Libya’yı ABD, İngiltere, Fransa’nın sömürgesi haline getirdiler. Bu insanlar Sırbistan’da özellikle eğitildiler.

Çok net, keskin ve kararlı bir biçimde tebliğ edilen bu görüşlerin hakikatteki karşılıkları da acaba aynı durumda mıdır? Bu görüşlerin hem fiili gelişmelerle hem de mantıken bir sınamaya tabi tutulması en sağlıklı yol olsa gerek.

Önce ‘demokrasi talebi’ meselesine bakmamız gerekiyor. Diğerlerinde olduğu gibi Libya’da da Kaddafi despotizmiyle her türlü meşru talebi kanlı bir biçimde ezilip sindirilen halklar ‘seçim yapma’ iradelerini beyan ediyorlar. İslami bir yönetimden vazgeçen kim? Başbakan Erdoğan Mısır ve Libya’da ‘laik devlet’ tavsiye ettiğinde bildiğim kadarıyla kimse çıkıp da ‘baş göz üstüne’ etmedi. Tersine en üst düzeyde, Mustafa Abdülcelil tarafından “Yeni Libya’da İslam şeriatına aykırı hiçbir kanuna geçit verilmeyecek.” ifadeleri beyan edildi. Mısır’da İhvanı Müslimin sözcüsünün beyanı da aynı paraleldeydi. Bir felsefi sistem, bir yaşam biçimi olarak demokrasi talebi söz konusu değil. Ancak fikirlerin, icraatların toplum nezdinde kabulüyle alakalı olarak despotizmin karşıtı olarak seçim sisteminden bahsediliyor buralarda.


Bingazi'de açılan bir pankart: "Yabancı müdahaleye hayır! Libya halkı kendisi başarabilir!"

Mısır, Libya, Tunus veya Suriye’de ‘anti-emperyalist bir ses yükselmediği’ iddiası da tartışmalı. Diktatörlere karşı ayaklanmakla diktatörlerin efendilerine karşı ayaklanmak arasında olsa olsa bir öncelik sonralıktan bahsedilebilir. Cinayet, yolsuzluk ve baskıların birinci dereceden sorumlusu yerel diktatörlüklere yönelen itirazlar elbet bölgesel ve küresel çapta da kendini ortaya koyacaktır. Ağır bedeller ödeyen kardeşlerimize zaman ve fırsat tanımamız gerekiyor. Ayrıca 40 yıllık Kaddafi dönemi boyunca Libya halkı Kaddafi zulmünden fırsat bulup da NATO’nun, ABD’nin veya benzerlerinin zulüm ve katliam politikalarıyla henüz yüz yüze gelemedi ki anti-emperyalist bir slogana öncelik versin!

Yıkılan sarsılan dikta rejimlerinin tümünün iki temel özelliği var: Despotizm ve işbirlikçilik. Tunus, Mısır, Yemen rejimleri bu konuda zaten tescilli rejimler. Aynı şekilde Kaddafi’nin sürekli biçimde el-Kaideci teröristlerle savaştığına dair beyanlarını, Esed’in ülkesinde süregelen mücadeleyi Batı basınına verdiği demeçlerde İslamcılarla laik-milliyetçilerin mücadelesi olarak tanımladığını biliyoruz. Bu beyanlar son kertede “Sizin adınıza da mücadele ediyoruz!” anlamı taşımıyor mu? Ayrıca şu hususu da gözden ırak tutmamak gerekir ki, İslami akımların varlık sahnesine çıktığı, güçlendiği ve iktidar mücadelesine giriştiği her belde de verilen mücadeleler mutlaka sömürgecilik ve emperyalizmin geriletilmesi neticesini vermiştir. Bu olgunun bugün için de geçerli olduğu çok açıktır. 

Kaddafi’nin Söylemediğini Biz Söylersek…

Haklı taleplerle meydanlara çıkan on binlerce insanı ve çektiklerini yok sayarak sadece yönetime gelenleri karalayarak tespitte bulunmanın yanlışlığı bir yana Libya’nın yeniden sömürgeleştirildiği, Sırbistan’da yetiştirilen CIA ajanlarınca yönetildiği iddiaları hakkında somut bir bilgi yok. Kimler acaba bu ajanlar? Uzak Asya’dan bir askeri operasyonla kaçırılıp önce ABD’liler tarafından işkence altında sorgulanan sonra da Kaddafi’ye teslim edilen şimdinin ordu komutanı Abdulhekim Belhac mı ajan? Ajan olduğu iddia edilen diğer isimleri saymaya gerek yok. Sadece 20 Ağustos’ta Trablus düşene kadar yayınlarına devam eden Kaddafi yanlısı TV ve radyolarda dahi ‘ajan’ iddiasının dile getiril(e)mediğini hatırlatmayla iktifa edelim. Trablus düşene kadar Libya’da yayınları devam eden Kaddafi sisteminin resmi televizyonu Cemahiriye ile Rusya’nın İngilizce Russia Today ve Arapça el Yevm gibi Kaddafi yanlısı yayın yapan kanallarında da ajan suçlamasına yönelik hiçbir kanıt yer bulamadı. Kaddafi ve hamisi Rusya’nın tespit edemediği ‘ajanlar’ı bizim buralardan tespit edebiliyor oluşumuzda derin bir tuhaflık var sanki.


Abdulhakim Belhac...

Mustafa Abdülcelil başta olmak üzere Libya’da silahlı muhalefet safında olduğunu beyan edenler, direniş bayrağını çekenler için resmi haber ajansları, radyo ve TV’lerde ‘inşakka’/ayrıldı ifadesi kullandıklarında bu ifadenin "ayrılan" kişi başta olmak üzere bütün ailesi ve hatta kabilesi için Kaddafi sistemince yok edilmesi için yeterli sebep olduğunu unutmayalım. Muhalefeti bitirmeye bu derece hazır bir yönetimin, elindeki istihbarat kaynaklarını kullanarak söz konusu muhaliflerin ipliğini pazara çıkarmaya çalışmayacağı düşünülebilir mi? Bizzat Kaddafi muhalifler için “haplanmışlar, fareler” ifadesi kullanıyordu, ajan-işbirlikçi değil.

Bu süreçte özellikle el Cezire, el Arabiye gibi geniş ölçekte yayın yapan TV’lere bağlanarak Kaddafi karşıtı sözler sarf eden insanlardan istihbarat tarafından tespit edilenleri büyük musibetler bekliyordu. Aileleri, aşiretleri dahi bu muhalif söylem dolayısıyla hapis, işkence veya infazlarla muhatap oluyordu. Bugün Libya halkı ölenler kadar Kaddafi güçleri tarafından gözaltında kaybedilen insanların acısıyla baş etmeye çalışıyor. Kimilerinin cesetleri toplu mezarlardan kimilerinin cesetleri soğuk hava depolarından çıkıyor.

Kaddafi’ye karşı çıkmakla Libya halkı risklerin en büyüğünü üstlendi. Bugün anlatılmakta olan büyük senaryolar mı, göstermelik savaşlar mı 40 bin insanın ölümüne mal oldu acaba? Libya halkı, Kaddafi’ye karşı yürüttüğü savaşta kendilerine yardımcı olanlara karşı başından beri “Yardımlara teşekkür ederiz, dış müdahaleyi reddederiz!”, “Yardımlara evet ama kimseye teslim olmayız!” sloganlarını haykırmaktadır. NATO adına harekâtın önünü çeken Fransa ve Arap Birliği adına asker gönderen Katar dâhil Kaddafi sonrasına ilişkin hiç kimseye ‘açık çek’ verilmiş değil.

Kaddafi’nin ayaklanmaları bastırabilmek için yüksek ücretler ödeyerek Afrika’nın animist kabilelerinden paralı askerler, Suriye’den savaş pilotları, Sırbistan’dan profesyonel sniperler getirttiğini hatırlatalım. Özellikle Misrata’da muhaliflere ağır kayıplar verdiren söz konusu Sırp keskin nişancılardı. Sovyet-Rusya politikalarına yakın duran Suriye gibi Sırbistan’da açıkça Kaddafi yanlısı pozisyon almışken muhaliflerin de orada eğitim aldığını iddia etmek hiç de tutarlı gözükmüyor.

Libyalı Kardeşlerimiz Eksiksiz Değil

Libya’da Kaddafi zulmüne karşı başkaldıran insanlar Müslümandır, talepleri İslami ve insanidir. Eksiği, kusuru, fazlası tartışılabilir fakat ‘ajan, işbirlikçi’ diye yaftalamak onlara değil, iddianın sahiplerine zarar verir. Kırk yıllık Kaddafi despotizminin altında sistematik olarak kişilikleri, kimlikleri, cemaatleri, hareketleri ezilmiş Libyalı Müslüman kardeşlerimizden pürüzsüz, tam tekmil bir devrim beklemek ne kadar gerçekçi ve makul? Kaddafi Firavununun tasallutundan kurtulmayı başarmış kardeşlerimiz bu zorlu yolda sendeliyor, yalpalıyor diye şimdi bir de bizlerden mi azar ve hakaret işitsinler?

Bugün Türkiye’de Müslümanlar Mısır, Tunus, Libya veya Suriye halkı ile kıyaslanamayacak kadar geniş imkânlara sahipler. Ortaya koyacakları çabalarda önemli oranda elleri ve dilleri serbesttir. Ne kadar zamanda neler yapabiliyor, neleri hangi oranda değiştirebiliyoruz? Kendimizi bu sorulardan azade kılarak mutat bazı etkinliklere katılarak despotik iktidarları yıkmak üzere ölüm dâhil her şeyi göze almış Müslümanlar hakkında bu kadar rahat konuşmamız doğru mu?

Muhterem Atasoy ağabey aynı konuşmasında belki dinleyenlerini, okuyanlarını esastan tavır almaya teşvik etme babından olacak delillendirilmesi oldukça güç, keskin ve ümit kırıcı sözler sarf ediyor. Niyet bu değilse de sonuç olarak şu cümlelerle hepten değersizleştirilmiş, hiçbir ehemmiyet atfedilmeyen Müslümanlardan ne gibi bir hayır sadır olabilir ki: “Bizim bu çağa, dünyaya söyleyecek bir sözümüz yok. Tarihe tanıklık etmiyoruz. Tarihin dışında yer alıyoruz. Biz bulunduğumuz dünyada özne değil nesneyiz, yani dışarıdan konumlandırılıyoruz. Kendi tercihlerimiz yok. Düşünmüyoruz, düşündürtülüyoruz. Herkes bizi ikna edebiliyor çünkü zihinlerimiz, bir üretim olmadığı için boş ve her türlü etkiye açık.”

Bir taraftan bu kadar yıkıcı, kırıcı konuşurken diğer taraftan “Günümüzde propaganda ile aldığınız hiçbir bilgiye güvenmeyin. Müslümanlar olarak bilinç alanına çıkmamız için zihinsel özgürlük, zihinsel özgüven şarttır. Biz yerelliğe hapsolmayı kabul etmemeliyiz. Müslüman tüm kültürlerle, iyilik adına her şeyle irtibat kurmalı.” diyen Atasoy ağabey bir atılıma, inşaya davet ediyor bizleri. Fakat bu vurguların sonunda muhataplarının zihninde hangileri daha ağır basıyor, şimdilik bilemiyoruz. Söylemlerinin Müslümanları harekete mi, atalete mi sevk ettiğini zaman gösterecek elbet. Ancak bu perspektifin hem zihinsel hem de siyasal-sosyal açıdan ciddi riskler içerdiği kanaatindeyim.

Liderleri eleştiriye açık olmadığı için cemaatlerde toplu düşünsel intiharlar oluyor.” sözü ile muhterem Atasoy ağabeyin de bizleri eleştiriye, itiraza, muhasebeye, murakabeye teşvik ettiğini düşündüm. ‘Issızlık’ tavrının hiçbir şartta Müslümanlara yakışmadığını bilerek bu değerlendirmeyi kaleme aldım. İnşa-Allah hayra vesile olur.