Devletle hükümet arasında, Türkiye’ye özgü gerilim, neyin nesidir, neye dayanır? Montesquieu’nün ve burjuva demokrasisinin “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin çok ileri, radikal bir yorumunun mu sonucudur, böyle bir gerilim?
Değil elbette. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu zihniyeti bunun tam tersi bir siyaset anlayışına dayanıyordu: kuvvetlerin birliği (Birinci Meclis’te Mustafa Kemal’in bu konuda söyledikleri biliniyor, onlara bu yazıda değinmeyeceğim). Anlayış, “kuvvetlerin birliği” noktasından yola çıktığı için, bunların arasında bir mesafe olabileceği dahi pek akla gelmemişti. Hükümeti oluşturanlarla devlet personelini oluşturanlar aynı iradeye uymak ve onun gerçekleştirilmesini sağlamakla yükümlüydü. Yargı da öyle ayrı bir “erk” falan değildi. Önemli bir siyasî yargılama yapmak gerektiğinde, Meclis, tek-parti meclisi, kendi içinden bir İstiklâl Mahkemesi çıkarıyordu. Bütün bu kurumlar, o aynı iradenin gereklerini uyum içinde yerine getirmek üzere kurulmuş, bir “işbölümü” mantığına göre işleyen yapılardı. Bir zaman sonra olması gereken bir şey daha oldu ve Parti de bu yapılarla özdeşleşti. CHP il başkanı aynı zamanda ilin valisi olabiliyordu. İstanbul gibi kritik yerlerde belediye başkanının ve valinin aynı “tayinli” kişi olması da bu genel mantığın sonuçlarından biridir.
Ne oldu da bu uyum bozuldu? Niçin, bu yapılar, birbirinin “yankı”sı ve “yansı”sı olmaktan çıktı?
Çok-partili rejime geçiş uyumu bozdu. Hiç hesapta olan bir şey değildi bu. İkinci Dünya Savaşı, faşizm ve nazizm, onlara karşı demokrasinin savaştan zaferle çıkması, Birleşmiş Milletler... Bunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin içsel evrimiyle ilgili konular değildi. Ama bunlar belirleyici oldu ve “çok-partili düzen”e geçildi.
“Kurucu irade”, o zamandan beri kendini toplayabilmiş değil. Böylece, birdenbire, babadan kalma “kooptasyon” yöntemi devreden çıktı. “Yukarıdan ayıklama”nın yerini “aşağıdan seçim” aldı. Bu, pek sevilen “ayaklar baş oldu” deyiminin biraz daha “bilimsel” biçimi oluyor. “Aşağı” denen o yer, suret-i katiyede güvenilmemesi gereken kitlenin, “avam”ın durduğu yerdir. Bu serüvenin başından beri, “tavan” ile “taban”ın alanları belirlenmiş, sınırlar çizilmiş, telörgüler çekilmişti. Toplumun temel ayracı “yönetenler” ile “yönetilenler” arasındaydı. Ayraç ise Batı toplumlarında olduğu gibi “sınıfsal temel”e dayanmıyordu. İdeolojikti, onun için son analizde eğitime dayanıyordu: devlet ideolojisini kapmak, sindirmek ve onu harfi harfine uygulamak. Eğitim, bireyi bilgiye ve akla (raison) değil, hikmet-i devlete (raison d’état) götürmenin aracıydı.
İşte bu güzelim düzen bozuldu, “demokrasi” diye, “Birleşmiş Milletler” diye, bize gerekmeyen, pekâlâ onlarsız yapabileceğimiz safsatalar yüzünden. Bu yüzden, seçilmişlerle atanmışlar arasındaki bitmeyen (hâlâ bitmeyen) kavga başladı; bu yüzden, onar yıllık dönemlere ayrılmış darbeler sürecine girdik; anayasal yeniden-düzenlemelerin temelinde yatan da hep buydu. Yapılmak istenen şey “eşyanın tabiatı”na aykırı olduğu için bu dikişler bir türlü tutmuyordu; onun için sonunda 12 Eylül geldi ve topluma çuvaldızla dikilmiş bir tuvalet giydirdi. Giydirmekle kalmadı, “kimse gelip bozmasın” diye yanında nöbete durdu. Böylece doğaya, tarihe, akla aykırı bir düzen bu toplumun tepesinde bir kâbus gibi durdukça durdu. Durabildi, çünkü yeterince güçlü bekçileri vardı. Havas avamı gütmeye devam etti.
Toplum bu, ne yapsın, yüzde yüz denetleyemiyorsun. İşte; şimdi gene çatırdıyor düzen. Üstelik, bir darbe daha yapacak ne enerji, ne de konjonktür kalmış gibi –görünüşte!
TARAF