Osmanlı dünyası, cemaatlerin birer üzüm salkımı gibi ana dala eklemleşmesinden oluşmuştu. Cemaatler arası formel bağlar olabildiğince kısıtlanmış, buna karşılık merkezi devletle cemaatler arasında doğrudan ve dolaylı geçişler yaratılmıştı.
Bu durum hem cemaatlere yönetim özgürlüğü fırsatı yaratıyor hem de onların devletçe denetlenmelerini ve yönlendirilmelerini sağlıyordu. Sonuç, her mezhepsel topluluğun merkezin birer replikasına dönüşmesiydi. Diğer bir deyişle cemaat önderliği de kendi toplumu karşısında bir tür 'merkez' haline geldi ve devletten yansıyan otoritenin kullanıcısı oldu. Siyasi otoritenin kaynağı merkez olmakla birlikte, sisteme meşruiyetini veren ataerkil algıydı. Buna göre fiziksel dünya, manevi bir gücün uzantısı olarak kendi içinde hiyerarşik bir yapıya sahipti. Kimsenin kimseye, hiçbir şeyin başka hiçbir şeye eşit olmadığı bu 'biricikler' dünyasında, asıl toplumsal değer de adalet kavramında düğümlenmekteydi. Eşitliğin mümkün ve doğal olmaması bir yana, özgürlük de ancak İlahi bilgiye yakın olmakla bağlantılıydı. Kardeşlik ise sadece aynı yolun yolcuları arasında geçerli olabilirdi. Dolayısıyla ataerkil toplumsal yapı kendiliğinden rehberlik müessesesini anlamlı, işlevsel, hatta zorunlu kıldı, çünkü bilgiye ulaşmanın ve cemaat içinde yer elde etmenin yolu buradan geçiyordu. Rehberliğin etkin bir müessese olabilmesinin temelinde ise 'saygı' yatmaktaydı... Yani hiyerarşide altta olanın üsttekine saygı duyması, onu bütün tercihleriyle birlikte kabullenmesi ve kendi geleceğini onun himmetinde araması...
Siyasete de damgasını vuran bu ilişki biçimi modernlikle birlikte bozuldu ama aslında çok daha önceden yozlaşma sürecine girmişti. Hizipler, hücreleşmeler, hamilikler ve biat etmeler siyaset alanını çoktan bozmuştu. Ermeni toplumu da bundan nasibini almakla kalmadı, Cumhuriyet sonrasında kendi küçülen dünyasında sürekli tedirginlik içinde yaşamaktan ötürü daha da içe kapanarak yozlaşmasını sürdürdü. Bugün patrik seçimi yapmamak için binbir çare arayan, kendi iktidarını kotarma uğruna toplumdan gizli 'siyaset' yapan ruhanilerden söz ediyoruz. Patrikhane'nin Mali Komisyonu bile bir süre önce topluca istifa etmek zorunda kaldığı için, bu kurum birkaç ruhaninin keyfi yönetimine terk edilmiş halde. Ama Ermeni toplumunun 'durumu' bununla sınırlı değil... Seçim bölgesini kısıtlı tutarak ve müstakbel seçmenlerine aylık bahşişler dağıtarak onyıllar boyunca yeniden 'seçilen', toplumun mal varlığını hoyratça kullanmakta beis görmeyen, kendi iktidarlarını sürdürme uğruna fiziksel şiddet eğilimi gösteren vakıf yönetimleri var. Ayrıca toplumun mülklerini ona buna peşkeş çeken, mafyavari oluşumlara destek vermeye hevesli vakıf yöneticileri mevcut. Agos'un 'Çürüme' başlığını taşıyan 26 Kasım tarihli başyazısı, "Ermeniler artık bu yalanlar dünyasından, bu riyakârlıktan kendilerini sıyırmalılar" diyordu...
Her zihniyet kendi iç mantığının ve değerlerinin sahtekârca zorlanması sonucu yozlaşabilir. Bu demokratlık için de geçerli... Örneğin 'katılımcılık' ilkesinin kasten zorlanması, karar mekanizmalarını dumura uğratabilir. Ataerkilliğin aşil topuğu da 'saygı' kavramı... Çünkü bu kavram kolayca doğruların ve gerçeklerin üzerinin örtülmesini ve duruma razı gelinmesini ima edebiliyor. Bu ise, 'yabancıların' kendi cemaatinizden uzak tutulmasını, bilginin saklanmasını, her sorunun kişisel pazarlıklarla çözümlenmesini ve kişisel kariyerlerin tam da bu alışkanlıklar üzerinden zorlanmasını 'normal' davranış haline getiriyor. Böylece 'saygı', oportünizmin üzerini örten, onu gizleyen bir kamuflaj malzemesine dönüşürken, söz konusu sahtekârlık sayesinde hak etmeyen kişiler kendilerine korunaklı alanlar sağlayabiliyorlar.
Ermeni toplumu küçüklüğü ve içe kapanıklığı nedeniyle bu yozlaşma halini çok daha net ortaya koyuyor. Ama bunun, Türkiye'nin çok daha geniş toplumsal coğrafyasında karşılık bulduğuna kuşku yok. Devlet ise aslında hiçbir zaman cemaatsel yozlaşmadan rahatsız olmadı... Aksine bunu besledi ve teşvik etti. Yozlaşan cemaatlerin devlete daha bağımlı hale geleceği ve daha kolay manipüle edilebileceği hesabı yapıldı. Ne var ki yozlaşma bulaşıcıdır... Başkalarını yozlaşmaya doğru iteledikçe siz de aynı girdabın çekici kirli sularına doğru sürüklenirsiniz. Nitekim vakıf malları meselesi mülk hırsının nasıl 'devletleşip' yozlaştığının açık örneğidir.
Patriklik meselesinde çözüm şeffaf bir seçimde. Ama karşılıklı yozlaşmanın derinliği devleti de içine alan bir özeleştiriyi talep ediyor.
ZAMAN