CHP, kendisiyle yarışıyor. Hitap edeceği yer, yaptıklarından sonuç almayı umduğu yer, “kitle isterisi” olduğu için, kendisi ancak “isteri” (hysteria) gibi kelimelerle anlatılabilir bir davranış içinde. Kadrosunda bu üslûbu başarıyla üretebilen değerli elemanlar da var. Böylece, temsil ettikleri her şeyin trajikomik sonunu da ilân ederek, devam edip gidiyorlar.
Değişim, barış umuduyla savaşmak üzere hazırladıkları meclis stratejisi Atatürk’ü de içermek durumunda kaldı. Böylece vatanperverliklerine atamperverlik de ekleme imkânı buldular. Aynı zamanda, “Atatürkçülük” konusunu da gündemin ön sıralarına taşımış oldular. Şu günlerde bakıyorum, birçok yazar, “Atatürk sevgisi böyle mi olmalı?” teması üstüne bir şeyler yazmaya başladı. Bunun arkasının geleceğini sanıyorum, ayrıca gelmesi de iyi olur. Çünkü yılların sorunu bu. “10 Kasım’da Kürt açılımı konuşulur mu?” başlıklı absürd tartışma hiç olmasaydı da, tartışılacak yeterince absürdite zaten vardı.
CHP ta başından beri Atatürk’ün böyle anlaşılmasında, bütün bu akılsız ve zevksiz tapınmada pay sahibiydi. Şimdi de, bunca yıldır onun eğitiminden geçerek değerlendirme yeteneğinden yoksun kalmış kesime başvuruyor, pankartlarıyla, her şeyiyle, orada bir ajitasyon yaratmaya çalışıyor.
Atatürk’ü böyle sevmeyi, onu böyle anlamayı ve böyle sevmeyi tercih eden, Türkiye Cumhuriyeti toplumu değildir. Bunu o icat etmemiştir, bu ona öğretilmiştir. Öğreten kim?
Biz, öğrendiklerimizi tabii öğretmenlerden öğreniriz. Ama böyle, “Ata’mızı nasıl seveceğiz, nasıl anacağız?” türü önemli konular ortaya çıktığında, bunun yolunun öğretmenlere de öğretilmesi gerekir. Bu işin yapılacağı yer tabii Milli Eğitim Bakanlığı’dır, ama Bakanlık da böyle önemli işleri başkalarından öğrenir. 12 Eylül boyunca, Atatürk’ün nasıl sevileceği, nasıl anılacağı, Atatürk’ün ne sevdiği, ne sevmediği, hepimize askerî yönetim tarafından bir kere daha öğretildi. YÖK’ü kurduğu zaman oraya general atamayı unutmayan Türk idarî dehası, bu ritüelleri de hangi kurumlar içinde oluşturacağını bilir elbet.
Şu haliyle Atatürk kimin işine yarıyor? Şimdilerde herkesin sormaya başladığı, “Bu nasıl sevgi? Bu nasıl saygı? Atatürk bir put mudur? İlâh mıdır?” yollu sorulara bir cevap bulmak istiyorsak, herhalde önce bu soruyu sormalıyız: kimin işine yarıyor?
Bir put gibi tapacağımız, yaptığını, yapmadığını, söylediğini, söylemediğini zinhar tartışmayacağımız bir Atatürk var. O bize bazı emirler, direktifler vermiş. Bunların da doğruluğu, yanlışlığı tartışma dışı. Tartışmadan o direktiflere uymamız gerekiyor.
Zaten uyulmadığı zaman, daha doğrusu uyulmadığı iddia edildiği zaman, Silâhlı Kuvvetler darbe yapmış. Ben bu ülkede, “Atatürk ilkelerinden uzaklaşıldığı için” yapılmamış bir darbe bilmiyorum. Yapılan darbelerin hepsinin değişmez gerekçesi ya da gerekçelerinin birinci maddesi, Atatürk ilkelerine ihanet edilmesi.
Bu darbelere uğrayanlar, Atatürk ilkelerine ihanet etmediklerini söylüyorlar. Ama öyle anlaşılıyor ki onların ne söylediği zaten önemli değil. Atatürk ilkelerine neyin uygun, neyin uygunsuz olduğunu bilmek ve buna karar vermek de Silâhlı Kuvvetler’in işi. Onların yetki alanında olan bir şey.
Açıkça söyleyecek olursak, Atatürk, bu ülkede Silâhlı Kuvvetler’in darbe yapmasının meşrutiyet aracı, daha da genel olarak, Silâhlı Kuvvetler’in şu son günlerde ortalığa saçıldığı ve saçılmakta olduğu biçimde varolmasının gerekçesi, haklı çıkarması, onaylayıcısı, vb.
Yani, kimin böyle bir Atatürk istediğinin cevabı bu.
TARAF