Astana Görüşmeleri Gölgesinde İdlib Tuzağı ve Suriye Krizi

ABDULKADİR ŞEN

2011 yılının Mart ayında başlayan Suriye devrimi rejimin ve İran’ın sivil protesto hareketlerine dönük katliam politikaları sonucunda 2012 başlarında silahlı bir çatışmaya dönüşmüş, sonraki dönemlerde de sırasıyla, PKK’nın güçlenmesi, IŞİD krizi, Rusya’nın müdahalesi ve müzakere görüşmeleri adına rejime zaman kazandırılması gibi krizler yaşamıştır. 7. yılını dolduran Suriye devrimi tarihinin en kritik dönemlerinden birine şahit oluyor. Suriye devrimi başından itibaren en önemli yol ayrımında.

Türkiye, Rusya ve İran arasında 14-15 Eylül tarihlerinde yapılan üçlü Astana görüşmelerinin 6’ıncısı sona erdi. Toplantılarda nihai karar alındı. Ancak alınan kararların Türkiye için bir müjde olduğu kesinlikle söylenemez. Türkiye açısından son derece hayati kararların medya tarafından popülist söylemlerle ele alındığı ve yeterli derinlikte tartışılmadığına şahit olmaktayız. Medya ve akademinin sivil yönetimin ufkunu açması, olumlu yönlendirmeler ve derinlikli analizler yoluyla cesaret, açık yüreklilik ve açık fikirlilikle meseleleri masaya yatırması gerekirken siyasi erkin aldığı kararların isabetini ispat makamına dönüşmesi ülkemiz için gerçekten ciddi bir talihsizlik. Astana sürecinde alınan kararlar Türkiye’nin son 15 yıldır üstlendiği misyon ve ahlaki duruşun, Suriye konusundaki net tavrının ve temel tezlerinin inkarı anlamına geliyor. Yaşanan süreç 1 milyona yakın sivili katleden, halkı günübirlik olarak varil bombalarıyla, kimyasal saldırılarla ve klor gazlarıyla bombalayan, tüm uluslar arası kural ve kurumları hiçe sayarak katliamlar gerçekleştiren tiran bir rejimin küresel güçler tarafından onaylanması ve desteklenmesi anlamına geliyor. Bu savaşta belgelerin, hakikatlerin ve haklılığın anlamını neredeyse tamamıyla yitirdiğine şahid olmaktayız. Bu şekilde özgürlük ve hak mücadelesine bundan sonra girişecek olan Müslüman halklara da net bir mesaj veriliyor ve “Asla bunu denemeyin!” deniyor. Söz konusu Müslüman halkların özgürlüğü olduğunda milyonlarca sivil katletse bile uluslar arası toplum diktatörlerden yana olacaktır. Bunun net örneklerni Sisi’nin desteklenmesi sürecinde, Libya, Yemen ve Tunus örneklerinde gördük.

İşte böyle bir süreçte Astana’da üzerinde anlaşmaya varıldığı açıklanan kararların ne derece risk taşıdığı, Türkiye’nin menfaatine olmadığı gibi, stratejik olarak da son derece hatalı olduğu hususu ve özellikle de etik ve vicdani meşruiyeti tartışılmıyor. Oysa hükumetin hiç olmadığı kadar cesur yüreklilik ve açık sözlülükle alınan kararların ülke çıkarlarına uygun olmadığını hatırlatacak ve bunu yaparken bir takım menfaatlerine zarar geleceğini hesaba katmayan seslere ihtiyacı var.

Nüfusu 4 milyona yaklaşan İdlib ve diğer özgürleştirilmiş bölgelere müdahaleyi bu bölgeler yanında adeta bir köy gibi kalan El Bab’a müdahale gibi değerlendiren ve bunun neden olacağı sorunları görmezden gelen ve hatta bunları tespit ve tahlil edecek kapasiteden yoksun çevrelerin ülkeyi bir felakete götürdüğü bugün anlaşılmasa da ilerde anlaşılacaktır ve umarız bu tür hatalı adımlar atılmayacaktır. İstisnalar dışında çatışmaya taraf olan ana aktörlerin tümünün devrimin sona erdirilmesi, muhalefetin teslime zorlanması ve Esed rejiminin varlığının devam etmesi yönünde mutabakata vardığı görülüyor. Bu mutabakatın yakın dönemde gerçekleştiği de söylenemez. 2015 yılından itibaren Rusya’nın Suriye savaşına doğrudan dâhil olması ve sonrasında muhalefetin yine uluslararası bir komplonun direk ve dolaylı etkileri neticesinde Halep’i kaybetmesinden itibaren Türkiye’nin de dâhil olduğu aktörlerin muhalefete desteğini çektiği görülüyor.

Ancak Türkiye’nin Suriye’de temel politika değişiminin 7 Haziran seçimlerinde AK Parti’nin tek başına iktidar olamaması neticesinde aynı hafta İncirlik üssünde ABD ile yapılan anlaşmaya dayandığı biliniyor. Bu süreçten sonra ABD, PKK ve HDP’ye desteğini çekmiş, İncirliği açma karşılığında Türkiye Kandil’e çözüm sürecinden sonra ilk defa müdahale etme imkânı yakalamıştı. Hatta Türkiye’nin Azez - Mareğ hattında çatışmasızlık bölgesi ilan etme kararına alan açarak, Türkiye ile tansiyonu yükseltmek istemeyen dönemin Nusret Cephesinin bu bölgelerden çekilmesi, bazı ÖSO güçlerinin Halep’ten Fırat Kalkanı bölgesine çekilmesi ve muhalefet arasında yürütülen birleşme görüşmelerinin Türkiye’nin yönlendirmesiyle Ahrar grubu ve diğerleri tarafından engellenmesi süreçleriyle Halep’in düşmesine ciddi etkisi olduğu da konunun uzmanları tarafından artık net olarak biliniyor.

O dönemde uçuşa yasak bölge kararı alan Türkiye’yi rahatlatmak amacıyla sahada etkin olan muhalif İslâmî gruplar Azez-Mare hattından çekilmiş ancak Türkiye ve destek verdiği gruplar PKK’nın bu bölgelerde Tel Rıfat ve Minnig’i ele geçirmesini engelleyememişti. Suriye’de muhalefetin dış aktörlerin pazarlığına uygun bir seviyede kalması için parçalı halde tutulması sürecinde Türkiye’nin rolü uluslararası stratejik düşünce kurumlarının pek çok raporuna yansıdı. Washington merkezli Brooking Enstitüsü uzmanı Charles Lister, Hassan Hassan ve diğer pek çok uzman Türkiye’nin Suriye masasının bu rolüne ilişkin pek çok analiz kaleme aldı. Gelinen noktada Suriye meselesinin Türkiye açısından, ilgili bürokratların yıllar süren hatalı siyaseti ve saha gerçeklerinden bihaber adımları nedeniyle bir başarısızlık örneği olduğu ve ne kadar az zararla içinden çıkılırsa o denli iyi olacak bir krize dönüştüğü görülüyor. Merve Şebnem Oruç tarafından geçtiğimiz günlerde kaleme alınan bir yazıda yer alan diyalog son derece çarpıcıdır.

“Yarını umutsuz ve gergin bir sessizlikle bekleyen şehri arkamızda bırakırken şöyle sormuştum Ebu Abdullah’a: “Türkiye’ye, Türk Hükümeti’ne tek bir şey söyleyebilecek olsan ne söylerdin?” “Hama kırmızı çizgimiz dediniz... Düştü. Halep kırmızı çizgimiz dediniz... Düştü. İdlib için hiçbir şey demeyin.”

Türkiye’nin temel önceliğinin ise muhtemelen bir İdlib-Afrin takasıyla -ulaşılması asla mümkün olmayan bir hedef olarak- devletleşmekte olan PKK'nın engellenmesi olduğunu söyleyebiliriz. Tabi Afrin’e girmemize izin verirlerse… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz ay yaptığı bir açıklamada artık muhaliflere silah desteği verilmeyeceğini ima etmesi, Türkiye'nin askeri çözümün imkânsızlığına ilişkin bir sonuca vardığını net olarak gösteriyor. Bazı kaynaklarda askeri bir müdahale olmayacağı, gözlemci yerleştirileceği ve Rusya’nın da Afrin sorununu halledeceği belirtiliyor. Ancak savaş tamtamları çalanlar da var. Bu bağlamda, Astana sonrasında çatışmasızlık bölgelerinin tamamlanması kapsamında İdlib’e muhtemel bir Rusya, İran ve Türkiye müdahalesinin neden olacağı sonuçlara dair bazı tahlillere yer verebiliriz.

Meşru Zemin Eksikliği

Öncelikle böyle bir müdahalenin El Bab operasyonuna benzemeyeceği, nitekim her şeyden önce ahlaki zemininin olmadığı ortadadır. Türkiye’nin İncirlik üssünü ABD’ye açması sonrası yaşadığı IŞİD kaynaklı güvenlik sorunlarının tırmandığı hatırlanacaktır. IŞİD’in Kilis’te masum halkı havan bombalarıyla hedef alması, Türkiye içinde gerçekleştirdiği saldırılar hem uluslar arası zeminde hem de halk nezdinde el-Bab operasyonuna desteği artırmıştı. Zira IŞİD yabancı müdahaleleri tahrik edercesine bir siyaset yürütüyordu. İdlib hususunda ise böyle bir durum söz konusu bile değil.

Suriye’de özgürleştirilmiş bölgelerin çoğunu kontrol altında tutan Tahrir eş-Şam Heyeti’nin Türkiye’ye yönelik ne söylemde ne de eylemde tek bir tehdidi ve hatta sert olarak algılanacak bir eleştirisi dahi olmamıştır. Reyhanlı’da mezhepçi terör örgütü Alevi Kurtuluş Örgütü lideri Mihraç Ural’ın 55 vatandaşı katlettiği saldırılar sonrası dönemin Nusret Cephesi Türkiye halkına geçmiş olsun dileklerinde bulunmuş, Türkiye’nin ilk çatışmasızlık bölgesi projesine Nusret Cephesi alan açmış, Türkiye’nin güvenlik ve itibar hassasiyetlerini gözeterek ve uluslararası zeminde elinin güçlü olmasını önemseyerek sınır kapılarını Türkiye destekli Ahrar ve Feylak grubuna devretmiş, 15 Temmuz ve referandum sürecinde Türkiye halkının faydasına olan gelişmelerle ilgili memnuniyetini izhar etmişti. Tahrir eş-Şam Heyetinin en azından önemli bazı bileşenleri bugüne kadar Türkiye tarafından desteklendi ve uluslar arası toplantılarda taraf ve muhatab olarak kabul edildi.

Astana kararlarıyla birlikte ise Türkiye’nin bugüne kadar desteklediği meşru direnişçi olarak kabul ettiği güçlerle çatışmaya girecek olması anlamına geliyor. Suriye muhalefeti hiçbir uluslararası kurumun ve kuralın belirlediği terör örgütü tanımına girmemektedir. 7 yıllık savaşta istisnasız tüm muhalif grupların insan hakları sicili -uluslararası insan hakları kurumlarının kabulü ve belgeleriyle ortaya konulduğu üzere, rejim, Rusya, İran, Haşdi Şa’bi ve hatta ABD ile kıyaslanmayacak derecede temizdir. Bazı medya organlarının İdlib konusunda alınacak bu son derece riskli kararları meşrulaştırmak için yalan haberlere tevessül ettiği, İdlib’den Türkiye’ye (ima yoluyla HTS’ye referans edilerek) intihar bombacılarının girdiği, ABD’nin namluya HTS’yi sürdüğü şeklinde yorumlar yaparak kamuoyunu ikna etmeye çalıştığı gözleniyor. Nitekim Suriye devriminin Türkiye insanının kalbinde ciddi bir karşılığı bulunuyor ve çok sayıda kurum, STK ve hareketin hükümetin yönlendirmesi ve nezaretinde Suriye’deki kurtarılmış bölgelere destek vermiş olduğu düşünülecek olursa, muhtemel operasyonun ciddi kafa karışıklığı, hayal kırıklığına neden olacağı biliniyor. Bu açıdan yaşanan etik dayanak eksikliğinin kurtarıcı rolüne bürünerek tamamlanmaya çalışıldığı ilk bakışta hemen göze çarpıyor. Kullanılan retoriğin temelinde ise "Rusya gireceğine biz girelim, ABD müdahale edecek, çok sivil katledilecek, İdlib halkını biz kurtaralım" şeklindeki söylemler görülüyor.

Öncelikle, ABD’nin bugün bir karar alsa bile İdlib operasyonunu bir yıldan önce asla gerçekleştiremeyeceğini vurgulamak isterim. Zira sahayı siyasi ve askeri dengeler açısından iyi takip eden analistlerin tümünün bildiği gibi, ABD’nin İdlib’e bir müdahale için Rusya’nın konuşlandığı Afrin’e girmesi ve Türkiye’nin kontrolündeki Fırat Kalkanı Bölgesini geçmesi gerekiyor. Bu da en az bir yıl sürecek görüşmeler ve müzakereler (o da başarılı olursa) demektir.

İkincisi ABD’nin İdlib, Kuzey Hama, Batı Halep ve Kuzey Lazkiye’den oluşan devasa alanlara müdahale etmek için yeterli kara gücünün bulunmadığı ortadadır. PKK’nın Rakka operasyonunda dahi ciddi olarak başarısız olduğu, yetersiz olduğu ve militan sorunu yaşadığı, zaten bu nedenle ABD’nin yoğun hava bombardımanlarıyla sivil katliamlarına hız verdiği ve bu eksikliği yoğun bombardımanla gidermeye çalıştığı gözlemleniyor. Bu da ABD’nin muhtemel bir İdlib müdahalesi için güçlü bir kara ordusu hazırlaması gerektiği anlamına geliyor. Nitekim Afganistan ve Irak’ta aldığı zayiatlardan sonra, dönemin ABD Savunma Bakanı Robert Gates “Herhangi bir general ordumuzu Asya ya da Orta Afrika’da kara operasyonuna sokalım derse aklını tedavi ettirmelidir!” diyerek ABD’nin artık kara ordusunu bir savaşa aktif ve yoğun bir şekilde (özel birimler hariç) sokmama yönünde bir karar aldığını gösteriyor.

ABD’nin bunca yıldır ihanet ettiği, PKK’yı kendilerine tercih ettiği ve terk ettiği ÖSO gruplarını İdlib operasyonuna ikna etmesi ise neredeyse imkânsız görünüyor. ABD’nin, kurtarılmış bölgelerdeki muhalifleri kamuoyu nezdinde şeytanlaştırmak için uluslararası bir etiketleme çalışmasını tam anlamıyla başlatmadığı da ortadadır. Böyle bir operasyon ABD açısından da meşru dayanaklara sahip değildir. ABD’nin savaşlarda uluslararası meşru dayanakları hiç dikkate almadığı iddia edilemez. ABD hükümetinin kendi iç kamuoyu da dahil olmak üzere, uluslararası güçleri ve kurumları ikna etmesi gerekmektedir ve bu uluslararası kurum ve kuralların ABD adımlarındaki önemli etkisi inkâr edilemez.

Peki, tüm bu gerçekler ortadayken, uluslararası basında ve kamuoyunda İdlib’e müdahaleyle ilgili tek bir analiz dahi yayınlanmamışken bir anda neden Türkiye basını ABD’nin İdlib’e saldıracağını yazmaya başladı?

Bunun sebebi gayet basit: Türkiye’nin İdlib’de "kurtarıcı" olabilmesi için, ABD müdahale planının gerçekçi olduğuna hem Türkiye hem Suriye kamuoyunun hazırlanması gerekiyordu. Böylece "ABD girip katliama girişeceğine biz engelleyelim ve halkı kurtaralım" retoriği işlendi. Peki ABD’yi İdlib ve diğer bölgelerde karşısına almak pahasına müdahaleden bahseden bu çevreler, bırakın Rakka’daki sivilleri savunmak, yaşanan katliamları dahi haber yapıyorlar mı? Bu kadar sivil kurtarma hassasiyeti varsa neden Tel Afer’deki Türkmenleri kurtarmak için müdahale çağrısı yapmadılar? Dürüstçe kabul edelim ki, bu kalemşörler hakikatleri ters yüz ederek siyasi kararları etkileme ya da var olan kararlara meşru zemin bulma yarışındalar ve bununla kendi basit çıkarlarını ikame etmek amacındadırlar. Bu tavırlarıyla da önce bu ülkeye zarar veriyorlar.  

Son haftalarda hükumete yakın olduğunu iddia eden -özellikle iddia eden diyorum çünkü herkesin bu iddia ile çıkarlarını kaim kıldığı bir dönemdeyiz- bazı basın kuruluşlarında, İdlib konusunda saha gerçekleriyle hiçbir şekilde uyuşmayan bir takım sığ, basit analizlerle karşılaşıyoruz. Hayatının hiçbir döneminde Suriye’de bulunmamış, Arapça ve İngilizce kaynaklara, muhaliflerin kendi beyan ve kaynaklarına ulaşma kapasitesi olmayan, uluslararası ilişkilerin en basit kurallarından ve gerçeklerinden dahi habersiz, hava durumu değerlendirmesi hariç hemen her konuda TV programları ve gazetelerde analiz kasıp ahkâm kesen bu zevatın, yaptığı analizlerle ülkeyi İdlib tuzağına sürüklediğini üzüntüyle müşahede ediyoruz.

Bu köşe yazarlarının komplo teorileriyle dolu yazılarını okuduğunuzda iki konuda şaşkınlığa kapılmamanız mümkün değil: İlk olarak bu ülkeyi gazetecilerin mi yoksa siyasilerin mi yönettiği hususunda kafa karışıklığı belirir zihninizde. İkincisi ise İdlib’e yönelik müdahalenin zorunlu olduğunu çeşitli gerekçelerle cansiperane savunan bu kişilerin gerçekten bu denli saf mı olduklarını düşünmemeniz elde değil. Hakikat ise bunun tam tersidir. Keşke ne yaptıklarını bilmiyor, idrak edemiyor olsalardı! 7 yıldır Müslüman ve mazlum Suriye halkını destekleyenlerin, bir gecede hükumetin Rusya ve İran ile yürüttüğü görüşmeler sırasında, meşru Suriye direnişini terörist ilan etmeleri gerçekten de büyük bir tutarsızlık örneği. Lütfen bu kimselerin bu tutarsız söylemlerinin, ilkel propaganda teknikleriyle sürdürdükleri bu algı operasyonlarının sadece Türkiye halkını İdlib konusunda bir müdahaleye ikna etmek amacı taşıdığını düşünmeyin. Asıl amaçlarının hükumeti ikna etmek olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Peki ABD bu tartışmalara ve anlaşmalara nasıl bakıyor? ABD açısından tüm bu girişimlerin ve İdlib müdahalesinin memnuniyet verici olduğundan hiç şüpheniz olmasın. Öyle ki bu konuda en ufak bir eleştiri dahi yapmıyorlar. Öyle ya PKK’yı yıpratacak şekilde on binlerce militanla, on binlerce sorti ile, devasa askeri takviyeler yaparak gerçekleştirmek zorunda kalacakları bir operasyonu Türkiye, Rusya ve İran yapacaksa ve bundan da sonuçta Türkiye ve AK Parti itibar olarak zarar görecekse neden rahatsız olsunlar ki?

Operasyonun Türkiye’nin bizzat verdiği bir karar olmadığı, Rusya ve İran gibi katliamcı ülkelerin liderlerinin ağızlarından bal damlayarak desteklediği bir girişim olması da başka bir çıkmazdır. Nitekim Suriye’de bırakın Tahrir eş-Şam Hareketini, herhangi bir başka grubun ve hatta Türkiye tarafından net olarak desteklenenlerin bile yaşanan bunca katliamlardan sonra Rusya ve İran’a Türkiye ile birlikte buyurun demesi asla düşünülemez. Liderlerin bir şekilde böyle bir karar alması ya da buna zorlanması durumunda bile muhalif tabanın bunu kabul etmeyeceği aşikârdır. Kamuoyunda İslâmi gruplara karşı başlatılan medya kampanyasının temel nedeninin onların Türkiye ve bölge için bir tehdit olmaları ya da kötü/aşırı politikaları değil, uluslararası planlara kolayca teslim olmayı reddetmeleridir. Yıllardır AK Parti’ye ağız dolusu hakaret eden mezhepçi kesimlerin ve marjinal-sol örgüt üyelerinin sosyal medyada milliyetçi profile büründüğüne ve operasyonun ülke menfaatine olduğunu savunmaya başladıklarına şahid oluyoruz. Tek derdi İran’ın çıkarlarının Türkiye’deki bekçiliğini yapmak olan kesimler de bu planı sanki ülke menfaatini çok önemsiyorlarmış gibi desteklemeye başladılar.

Anlaşmanın Hedefleri Gerçekleştirme İhtimalinin Zayıflığı

Astana görüşmelerinde alınan kararların tam olarak ne olduğu henüz belli değil. Anlaşma yapan tarafların birbirine tam olarak güvenmediği de ortada. Zira Rusya’nın geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin operasyon planladığı alanlardan biri olan Tel Rıfat’ı PKK’dan alarak rejime vermesi üzerine Türk basınında yayınlanan analiz ve haberlerdeki şaşkınlık, bundan rahatsızlık duyulduğunu ve bu adımın anlaşmalara bir ihanet olduğunu gösteriyor. Rejim güçlerinin zaman zaman Türkiye karşıtı, dozajı yüksek açıklamaları da IŞİD ile meşgul olan İran, Rusya ve rejimin Türkiye’yi oyaladığı, her zamanki gibi zaman kazanmaya çalıştıkları ve IŞİD zayıflar zayıflamaz tüm güçleriyle İdlib’i hedef alabileceklerini gösteriyor. Gelelim en azından basına yansıdığı kadarıyla planın işleyişine. Afrin’e yönelik bir operasyona karşı İdlib’e müdahale ile Türkiye ne kazanacak ne kaybedecektir?

Astana anlaşmalarıyla amaçlananlar, Türkiye’nin en nihayetinde bir ulus-devlet olarak kendi çıkarlarını ve kendisine yönelik tehditleri öncelemesinin bir sonucudur ve PKK Türkiye için varoluşsal bir sorundur. Bu kaygı oldukça anlaşılabilir bir kaygıdır. Ancak burada iki sorunlu nokta bulunuyor.

Bunlardan ilki neyin neye karşılık feda edildiği, yani anlaşmanın verimliliği meselesidir ki Afrin, İdlib’den en az 30 kat küçük bir bölgedir. İdlib ve diğer kurtarılmış bölgelerin kaybedilmesi durumunda Afrin kontrol edilse bile Türkiye’nin ne rejime ne de PKK’ya karşı elinde yeni bir koz kalmayacaktır. Muhalefetin zayıflaması ve Türkiye ile ilişkilerinin bozulması, uzun vadede Türkiye için bir çaresizlik durumunun yeniden ve daha güçlü olarak hissedilmesine sebep olacaktır. Bununla birlikte ABD Türkiye’nin Cerablus’a girmesine bile razı gelmemişken, Fırat Kalkanı Projesi (IŞİD tehdidini bertaraf etme haricinde) asıl amacı olan PKK’nın Afrin’e ulaşması ve Cerablus ile Tel Abyad’ın tümüyle alınması hedeflerini gerçekleştirmede başarısız olmuşken ve tüm bunlar İran-Rusya adımlarıyla gerçekleşmişken Afrin’in alınması ne anlam ifade ediyor? Ve onlara neden ve nasıl güveniliyor?

Afrin, PKK için Türkiye kamuoyunda abartıldığı kadar ciddi bir stratejik öneme hiçbir zaman sahip olmadığı gibi, PKK bu bölgedeki ana gücünü ve ekipmanlarını zaten uzun süredir rejimin de desteğiyle Kobane kantonuna taşımıştır. Dolayısıyla Türkiye’yi memnun etmek üzere bir süreliğine Afrin’den vazgeçmesi ve bu plan için Rusya ve rejimle anlaşması, PKK'nın kendi siyasal projesine uzun vadede zarar vermeyecektir. Bu Türkiye’ye sunulan sahte bir hediyedir. Karşılıksız çek manasına gelen bir aldatmacadır. Esasında bugün Menbiç, Kobane, Kamışlı ve Tel Abyad’a operasyonu konuşmalıydık. Ancak maalesef, Suriye siyasetinde etkin bazı birimlerin sayın Cumhurbaşkanına doğru bilgi akışı sağlamadıklarını düşünüyorum. Kim bilir belki de sahadan haber ulaştıran bazı görevlilere TL cinsinden aldıkları maaş yetmiyordur da dolar ve ruble cinsinden de maaş almayı tercih etmişlerdir! Zira özellikle FETÖ olayında, kamuoyunun, hukukun ve bürokrasinin belirli kesimlerce nasıl da yanlış yönlendirildiğine ilişkin önümüzde fazlaca örnek bulunuyor.

ABD halihazırda, PKK’ya Kamışlı, Kobane ve diğer bölgelerde devlet olacak derecede silah ve destek verirken Afrin’i almak, PKK-Ulusal Kürd devleti tehdidini ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. PKK an itibariyle pek çok devletten, örneğin Lübnan ordusundan daha güçlüdür.

İdlib muhalefetinin bitirilmesi savaşın bitirilmesi anlamına gelmektedir. Savaş bittiğine göre Türkiye’nin Fırat Kalkanı da dahil olmak üzere Suriye’de varlığının hiçbir uluslararası meşru zemini kalmayacaktır ve Esed rejiminin konuyu Rusya ve İran’ın da desteğiyle derhal BM’ye taşıyacağı ortadadır. Böyle bir durumda, ABD’nin PKK’ya yeniden alan açmak için bu oylamalarda Batı ülkeleriyle birlikte Türkiye aleyhine oy kullanacağı ve BM kararıyla Türkiye’nin egemen bir ulus devlet olan Suriye topraklarından çıkarılacağı ortadadır.

Askeri Çıkmazlar

Suriye muhalefeti ile tüm iyi ilişkilerine rağmen Türkiye'nin olası müdahalesi Suriye halkının tepkisiyle karşılaşacaktır. Zira Suriye’nin ana aktörü olan gruplar tarafından müteaddit kereler yapılan açıklamalarda bir müdahale durumunu kabul etmeyecekleri açıkça ifade edildi. Açıklamalarda kullanılan ifadeler, ciddi bir çatışma olmadan bu planın işlemesine izin vermeyeceklerini gösteriyor ki bir eskalasyon durumunda 4 milyona yakın sivilden oluşan bu halkın zarar görmesi, Türkiye’nin itibarına ciddi anlamda darbe vurabilir. Zira İdlib ve diğer kurtarılmış bölgelerdeki siviller, hasbel kader IŞİD hakimiyeti bölgesinde yaşadığı için katledilmesi mubah sayılan ve yüzer yüzer katledilen masum Rakka ya da Musul halkı gibi değil. TSK’nın böyle bir müdahale durumunda siviller hususunda son derece dikkatli davranacağı elbette ortadadır ancak savaşlarda sivil kayıplarının sıfıra indirgenmesi de mümkün olamaz.

Muhalif grupların bazılarının özellikle de HTŞ’nin müdahaleye direnç göstereceği kendi açıklamalarıyla ortadadır ve neredeyse 40 bin kişilik askeri güce sahip böyle bir grubu karşımıza almak ne derece makuldür? Neden bir şeyleri elde etmek için yeni düşmanlar edinelim? ABD denizaşırı bölgelerden gelerek PYD ile anlaşma yapıyorken, Afganistan’daki İngiliz ve İtalyan güçleri kendilerine saldırmamaları karşılığında Taliban ile gizli anlaşmalar yapıyorken Türkiye neden HTŞ ile makro anlamda bir siyaset yürütmesin ki? En azından neden düşmanlarını çoğaltsın ki? Hele hele neden El Kaide ile bağını kopardığı kesin olan bir çatı yapılanmaya ABD ve Batı’nın baktığı gözle bakarak siyaset yürütmek zorunda olunsun? HTŞ, El Kaide ile bağını koparan Şam’ın Fethi Cephesi'nin başka pek çok grupla birleşerek oluşturduğu bir çatı yapıdır.

ABD, PYD’ye destek verebilmek için başına bir demokratik ifadesi ekleyerek PYD PKK değildir diyor ki bu apaçık bir yalandır. Aynı ABD, “HTŞ El Kaide ile ilişkilidir” diyor ve bu da apaçık diğer bir yalandır. Hatta yakın bir dönemde bir ABD’li bürokrat itirafta bulunarak "örgütün başına demokratik ifadesi ekliyoruz ve bir anda meşru hale geliyor" diyerek adeta Türkiye ile dalga geçmiştir! ABD'nin Suriye temsilcisi Michael Ratney dahi bir ÖSO açıklaması ayarında, mafyavari bir üslupla yaptığı açıklamada, HTŞ’nin mutlak olarak El Kaide olmadığını kabullenmişken basit bir temsilcinin bir açıklaması üzerinden İdlib’de savaş rüzgârları estirmek ve tüm Türkiye kamuoyuna bunun gerçek bir tehdit olduğunu pazarlamak, aşağılık kompleksi değilse de yabancı ajandaların yararına çalışmaktır. İdlib’e müdahale konusunda ısrarlı yazılar kaleme alan pek çok yazarın ikna etmeye çalıştıkları tek kesimin Türkiye kamuoyu olmadığı, bilakis aslında hükumeti etki altına almaya çalıştıkları aşikârdır ve bu da aynı zamanda ima yollu bir ihbardır. Zira teklif edilen siyasi adımın ülke çıkarlarına aykırı olduğu ortadadır ve bunu bilinçli olarak yapanların hangi yabancı güçlere hizmet ettikleri sorusu gündeme getirilmelidir.

Türkiye İçin Riskler

HTŞ ve bağlantılı gruplarla yaşanacak bir tansiyon ve Allah muhafaza bir çatışma durumunda, AK Parti ciddi imaj ve meşruiyet kaybına uğrayabilir. Nüfusu birkaç on bin olan El Bab’da kaybedilen asker sayısına oranla ciddi kaybımız olabilir ve Türkiye toplumu bunu kabullenmekte zorlanacaktır. Bunun zaman içinde, özellikle de Başkanlık seçimlerinde oylara yansıyacağından şüphe edilmemelidir. Türkiye halkı, İdlib başta olmak üzere, kurtarılmış bölgelerdeki muhalifleri ve halkı kardeş olarak görüyor. Dolayısıyla olası bir çatışmayı kardeş kavgası olarak telakki edecek ve vicdanen mahkûm edecektir. 15 Temmuz’da sözde liberallerin ve ulusalcılarının avucunu ovuşturduğu bir dönemde salalara kulak vererek meydanlara inen kesimleri küstürürsek yeni darbe girişimlerinde ve krizlerinde dostsuz kalmaz mıyız?

Bununla birlikte, Türkiye’yi tüm dünyada ve İslam âleminde, tüm kuşatılmışlık ve düşmanların bolluğuna rağmen bu denli güçlü yapan asıl neden insani ve adil duruşudur. Arakan’dan Somali’ye kadar geniş bir coğrafyada Türkiyeli yardım kurumlarının hükumetin desteği ile mazlumlara kucak açtığı ortadadır ve pek çok krizde Türkiye’nin tarihi rolüne yakışır tutum ve söylemleri, Türkiye'nin ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın halkların gönlünde büyük yer edinmesini sağlamıştır. Bu ahlaki duruş ve insani tutum aynı zamanda Türkiye’nin yumuşak gücü (soft power) sayılır. Bu itibarın, Suriye’ye yönelik katil İran ve Rusya ile birlikte, böylesine bir müdahalede derin yara alacağından hiç şüphe yoktur. Bu açıdan İran "İslâm" Cumhuriyeti son derece net bir örnektir. Halkların dilinde adeta bir efsaneye dönüşen Hizbullah, Nasrallah, Hamaney ve Ahmedinejat gibi liderler bugün lanetle anılıyorlar ve Şii İran tarihi boyunca yaşamadığı itibar kaybını çok kısa bir zaman dilimi içerisinde yaşadı. Suriye savaşının en büyük zayiatını bu açıdan İran verdi ve artık halklar nezdinde İslâm dünyasının bir parçası olarak görülmüyor. Şii misyonerliği ise neredeyse tamamen durdu. Türkiye’nin tüm itibarına rağmen, Suriye konusunda vicdanları yaralayacak bir adım atmasının benzer sonuçlara neden olma ihtimalini hiç kimse inkâr edemez.

Olası bir müdahale için, Fırat Kalkanı grupları da dahil olmak üzere, ÖSO gruplarının Türkiye’ye destek vereceği yönündeki yüksek beklentiler oldukça aldatıcıdır. Fırat Kalkanı'na katılan bazı grupların, yakın dönemde Türkiye tarafından sağlanan silah ve ekipmanla birlikte rejime katıldıkları pek çok olaya şahit olduk. 100 dolarlık maaşları kesildiğinde ya da başka güçler kendilerine 150 dolar teklif ettiklerinde bu grupların bize silah doğrultacakları ortadadır. Daha disiplinli ve motivasyonlu, ideolojik olarak güçlü İslâmî grupların ise bu plana ihtiyatla yaklaştıkları biliniyor. IŞİD’e karşı kolayca savaşan, yıllardır öfke biriktirmiş olan ve dini açıdan da gerekli meşruiyeti bulan ÖSO gruplarının, Fırat Kalkanı'na katılmalarına rağmen muhtemel İdlib operasyonuna katılmayı reddetmeleri hiç de sürpriz olmaz. Bu da Türk askerinin sahada askerî açıdan direk müdahil olmasını gerektirebilir.

Suriye muhalefeti Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve güvenlik hassasiyetlerine her zaman saygı duymuştur. Hiçbir zaman kurtarılmış bölgelerdeki hiç bir gruptan Türkiye’ye dönük söylemde, planda ya da eylemde bir tehdit söz konusu olmamıştır. Suriye muhalefeti, günümüzde Neo-Safevi Şii yayılmacılığına karşı bir ön karakol görevi görmektedir. Bu cephenin düşmesi durumunda, mezhepçi vahşilerin Hatay başta olmak üzere Türkiye’ye göz dikeceklerinden en ufak bir şüpheniz dahi olmasın. On yıllar boyunca PKK’ya destek veren, kamplar açan Esed rejimi ve İran’ın bugüne kadar yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. Türkiye İran, Irak, Lübnan, Suriye ve hatta İran etkisinin her geçen yıl arttığı Azerbaycan yönünden de mezhepçi bir kuşatma altına alınmış, Sünni dünya ile iletişimi kesintiye uğramıştır. Suudi Arabistan’a Yemen üzerinden şantaj yapan İran ve Rusya, Türkiye’ye de başlangıçta PKK’yı destekleyerek şantaj yapmayı planladı ve bu plan bugün gayet net işliyor.

Uzun vadeli tehditler ve meydan okumalar kısa vadeli rahatlatıcı taktik kararlarla engellenemez. Sorunları halının altına süpürerek çözüm bulamayız. İran stratejik hedeflerini sahada olarak, masraf yaparak ve bedel ödeyerek elde ediyor ve ne yapması gerektiği hususunda son derece net davranıyor. Rusya, İran ve ABD de PKK, Haşdi Şa’bi çeteleri ve katliamcı rejimi açıktan destekliyor ve bu hususta tutarlı, kararlı bir politika izliyorlar. Türkiye’nin de sahada destek verdiği taraflar hususunda net olması gerekiyor. Temennimiz yetkililerin Astana’da uzlaşmaya vardıkları anlaşmaların Türkiye’nin stratejik hiçbir hedefini gerçekleştirmeye matuf olmadığı hususunu tez zamanda tekrar değerlendireceği yönündedir.