Hatice Ebrar Akbulut / Düşünce Günlüğü
Acıyı karşılamak
Sevdiği bir şeyi kaybedenin ümidi ve kendine güveni azalır, dünyanın hâllerine tahammül eşiği düşer. Yitirmenin acısı insanın omuzlarına, kalbine, adımlarına ağır bir taş gibi oturur ve hareket etmesine mâni olur. Acılı insan kendini umutsuz, ürkek, çaresiz hisseder. Dış dünyaya ilgisi zayıflar. Dünyanın sonuymuş hissine kapılır. Konuşmak da susmak da onun en büyük ihtiyacıdır. Acılar ve dertler ancak doğru kişilerle paylaşılırsa azalır.
Konuşmak, her zaman bir çözüm olmasa da bağ kurmanın ve hüznü hafifletmenin bir yoludur. Zor zamanında insan, acıyan bakışlara değil, anlayan gözlere ihtiyaç duyar. Acılı bir kalp “Geçecek değil mi” diyen gözlerle bakar. Gayretini, umudunu ve direncini artıran bir teselli cümlesine sarılmak ister.
SATIRLARI SIRDAŞ EYLEMEK
“Hikâye gibi anlatıldığında ya da yazıldığında bütün dertler katlanılabilir olur” der Hannah Arendt. Yaşadıklarımızı birine anlatmak isteyişimiz ve başkasının hikâyesinde kendimizden izler arayışımız, o müşterek derdi birlikte hissederek azaltmak ve dayanılır kılmak içindir. Ruhumuza iyi gelen bir insanın muhabbeti veya bir meşgale fiziken de bize iyi hissettirir. En zor, en daralmış vakitlerde gelen zindelik duygusu bazı şeylerin düzeleceğine, yoluna gireceğine dair umudumuzu artırır.
İnsan her yolu denemesine rağmen ruhen iyileşemeyebilir. Sevilenin kaybından doğan boşlukla baş edemeyebilir. Sevilenin yokluğu dağda erimeyen kar gibidir. İnsan, içini kaplayan bu karlı yası dindiremeyebilir. Kendini iyileştirmek için bazen en iyi yol başkalarına kol kanat germekten, onların hâliyle hâllenmekten, onlara yardım etmekten geçer. Birine uzanan el olmak, insanın hayatına anlam katar. İçini dolduran acıyı iyilik ve yardım eylemlerine dönüştüren insan, biraz olsun ferahlar. Yazmak da insanı dizginleyen bir eylemdir. Sevdiğini yitiren bazı kalemler, acının tazeliği geçince matemlerini dindirmek için satırları sırdaş bilmişlerdir. Onların satırlara verdiği sırlar, nesiller boyu başkalarının acısına da teselli olmuştur.
Her insanın acıyı karşılaması, yitirilenin ve gidenin yasını tutma biçimi farklıdır. Her insanın acısı kendine ağırdır. Hiç kimse başkasının çektiği acıyı aynı mihnette çekmez. Herkesin acısı biriciktir, aynı kefeye konamaz. Bazı insanlar canı yandığında sükutu seçer, konuşmak onlara daha çok ıstırap verir.
Kelimeler, öteki ile aramızda hem bir köprü kurar hem de onunla aramızın açılmasına sebep olur. Çünkü her insan, kelimelere kendi duygusunu yükler. Bu anlam yüklemeleri, başkasında aynı karşılığa denk gelmeyebilir. Acısını anlatmak istemeyen insanı, onun iyiliği adına konuşturmaya çalışmak ona yalnızca üzüntü verir. İnsanı içine gömen dert, dışına karşı da zayıf hâle getirir. İçine atma da bir ağlama biçimidir. İçerisi dağ gibi olunca çok basit bir mevzu karşısında gelir gözyaşı. Herkes aşırı hassas olduğunu sanır, oysa o âna dek neleri tek başına çözmüş, neleri atlatmış, hangi yokuşları çıkmışsındır, bundan kimsenin haberi olmaz.
VİCDANI OLAN HERKES BİR ACIYA KİRACIDIR
Gidenin ardından yaşamak kalana zordur. Yasın ilerleyen süreçlerinde bu duygu, gidenin hatırasını en güzel şekilde yaşatmaya, kendi hayatını daha anlamlı kılmaya dönüşür. Hatıralar acı verse de gidenle kurulan tek bağdır. Onunla geçen günlerin anısı, birlikte geçirilen vakitler, birbirine harcanan emekler, birbirine verilen sözler, bunlar hafızayı ne kadar doldurursa acı o nispette keskin, matem de o derece zor ve yakıcı geçer. Yasın olgunlaştığı evredeyse bu hatıralar insanı olgunlaştıran, iyilik duygularını artıran büyük bir teselli olur. İnsan şurada hatırası, burada sözleri, orada yokluğu var diyerek yaşayan birinin de yasını tutabilir. Yasın şiddeti zamanla azalır ama insanın içine sevilenin kaybından doğan ve kolayca geçmeyen bir sızı bırakır.
Gönlünü anlamlı bir şeye veren insanın acıya direnci artar. İnsanın acı bir olay yaşaması daima acı çekeceği anlamına gelmez. Acıyı kaderin bir parçası bilerek kendini anlamlı işlere vermek insanı metanetli kılar. Acı ilk anda insanın içine oturur ve bütün zamanını esir alır. İnsan, bu acının hiç geçmeyeceğini, onunla baş edemeyeceğini sanır. Zaman geçer, acı artık ara sıra kendini hatırlatır ve insanın ‘bunu da atlatmışım çok şükür’ dediği bir direnç vesilesi olur. Metin Altıok’tan mülhem bu dünyada vicdanı, insanlığı olan herkes bir acıya kiracıdır. Acıdan kaçış yoktur ama acıyı dindirecek kuvvetli bir müsekkin mutlaka vardır.
İnsan iyileştiğini kendine acı veren şeyi unutunca değil, her hatırlayışında ondan bir şeyler öğrendiğinde anlar. Yarasını hatırlayan neleri atlattığını, hangi eşiklerden geçip bugünlere geldiğini görür ve gelecek yeni zorluklara katlanabilme gücünü kendinde bulur. Bilmek acıyı artırır, yaşamaksa acıyı daha çok artırır. Bilince tecrübe etmez insan ama yaşayınca acının izlerini yüzünde, sözünde ve kalbinde bir kor gibi taşır. Acının tazeliğini koruduğu süre zarfında duygu yoğunluğu çok fazladır, o ilk andaki etkisi dağılmaya başladığındaysa insan zihnen bir aydınlanma yaşar, muhakemesi güçlenir. Acı tecrübeler yaşayan insanların anlama yetisi genellikle yüksektir. Acı, insanın gözünü açar çünkü hayatın en güçlü, en çetin dersi odur.
YÜRÜMEZSEN DERT ÜZERİNDE BİRİKİR
Adam Philips “Yas tutmak sadece bir kaybın kabul edilmesi olduğu için değil, kaybettiğimiz şeyin zaten hiçbir zaman sahibi olmadığımız bilgisiyle bizi yüz yüze bıraktığı için de acı verici” der. İnsanın her hâli, her eylemi, her telaşesi dünyeviliğini çoğaltır. Dünya ile bağımız kuvvetlendikçe her şeyin sahibi olabileceğimizi düşünür, sahip olduklarımızı da asla kaybetmeyeceğimizi sanırız. Yas, sahip olduğumuz her şeyin bize emanet olduğunu hatırlatır. İnsan, emanete sadakat göstermekle, onu korumakla, ona iyi bakmakla sorumludur.
Yastaki insan inanç konusunda gelgitler yaşar, gidenin geri döneceği hissine kapılır, anlamsızlık duygusuyla baş etmeye çalışır. Yas tutan insan hem yarasını sarmak için aranır hem de ne yana dönse yarasını kanatır. Dünyaya, zamana ve çevresine uyum sağlamakta zorlanır, tâ ki yitiğini kabullenene kadar. Bazı şeyler olur, yaşanır, sonra üzerinden biraz geçince onlara nasıl dayandığımıza, sabrettiğimize şaşırırız. Geçerken bize de bir hâller olur, artık hayata bakışımız eskisinden ya daha anlamlı ya da daha anlamsızdır. Hayatta her şeyin üstesinden geleceğimize inanırız fakat bazı şeylerin üstesinden gelemeyiz. Biz kendimizi sağlam tutmak isterken bir yanımız dağılır, tarumar olur ve bazı şeylere karşı elimizden hiçbir şey gelmez.
İnsan acıya karşı kürek çekmek yerine onunla nasıl baş edeceğinin yollarını arar. Sanatsal yaratı acıyla başa çıkmanın, kendine bir kapı açmanın yoludur. Edebiyat tarihi, acıyı manzumeye ve nesre dönüştüren eserlerle doludur. Sagular, ağıtlar, mersiyeler, kitabe-i seng-i mezarlar… Edebiyat, acıyı bütün insanlığa duyuran, dile gelmeyeni dile getiren, derin acıları kolektif hafızaya kaydeden en tesirli vasıtadır. “Endülüs’e Ağıt” talan olmuş bütün şehirlerimize, beldelerimize yazılmış bir mersiyedir. “Makber” yitirilen sevgilinin ardından duyulan özlemin şiiridir. Recaizâde Mahmut Ekrem’in “Bu ayrılık bana yaman geldi pek” diyerek vefat eden oğlu için yazdığı “Ah Nejad” şiiri kuş olup giden bütün evlatlaradır. Edebiyat acıyı kanırtmadan insanın ruhuna dokunarak onunla dertleşir.
İnsanı kozasından çıkaran, ona bir keşif yolculuğu yaptıran ve farklı bakışlar kazandıran her tecrübe, acı vermiş de olsa çok kıymetli ve çok öğreticidir, insana sağlam bir karakter ve metin bir kişilik bahşeder. Acı, harekete geçen insanı güçlendirir ve insan o güçle matemini dindirir.
“Yürümezsen acı üzerinde birikir” derler. Kalp de yürümez, yola koyulmazsa taşlaşır. Kalbin kendine acı veren duygunun üzerine gitmesi, onun aksi istikametine doğru hareket etmeye ve kendine iyi gelecek bir rota bulmaya çalışması acıdan kaçmak değil, onunla baş etmenin bir yolunu bulma çabasıdır. Birini güçlendiren acı, diğerini yıkabilir. Biri kısa sürede toparlanırken başkası uzun bir müddet kendine gelemeyebilir. Her insanın acıyı karşılama şekli, yaşadıklarını sindirme süresi ve kendini güvenli bir iklimde hissetmesi farklı kademede ilerler. Kalbini istifadeye açan, acının kesif bulutlarını dağıtır. Kalbini istifadeye kapatansa ümit ve teselli bulamaz. Kalbin hafızasında çok acı tecrübeler saklanır, bunlar hep taze kalsaydı insan yaşama gücünü bir daha kendinde bulamazdı. İyileşeceğine inanan kalpler, çok küçük şeylerle teselli olabilir, daha kolay toparlanabilirler.
Acı bir anda olup bitmez, çabucak yaşanıp geçmez. İnsan acısını yıllara, günlere, saatlere, anlara bölerek çoğaltır. Her hatırlayış yeni bir eşiktir. Acıdan kaçan başka şeylere sığınarak kendini oyalar ve iyileştiğini sanır. Şifa, acıyı yaşayana lütfedilir.
BİR YANIMIZ BAHAR BAHÇE, BİR YANIMIZ ZEMHERİ SOĞUK
İnsan evsiz kalır, yine de düğün dernek kurar, evlenir. Evladını toprağa verir, gider başka evlatları bağrına basar, onların mutluluklarıyla sevinir. Annesini yitirir, ondan öğrendikleriyle yolculuğuna devam eder. Hayat böyle hercümerçtir. İnsanın yüzünde çiçek gibi bir tebessüm açar ama içinde bir yerler de kanayıp durur. İşte yaşamaktır bu, bir yanın bahar bahçedir, bir yanınsa zemheri soğuk.
Acıya karşı tavrımız kişiliğimizi, mizacımızı ve nasıl bir toplumda yaşadığımızı ortaya çıkarır. Acıya seyirci olanlar, acı konusunda birbirini suçlayıcı çıkarımlarda bulunurken acıyı yaşayanlarda genel olarak bir sükunet olur, ki onların bu hâlinden insanın kalbine dokunan bir başkalık yansır. Acıyı yaşayanların acılı hâllerini fütursuzca paylaşmak, acıyı seyirlik bir malzemeye dönüştürür. Susan Sontag’ın “Başkalarının Acısına Bakmak” olarak nitelediğidir bu. Başkasının acısını duyabildiğimiz kadar insanız, birbirimizden bu ince çizgiyle ayrılırız. Zor zamanlarda hep iyilikler olur, herkes kenetlenir sanırız. Zor zamanlarda iyiliğin yanında fitne, kötülük, hile ve desise de kol gezer. Vicdanı olan iyiliği görür, ona tutunur, iyinin sesini çoğaltır. İyiler kendi yolunda gittikçe kötüler kaybolmaz, silinmez ama sesleri kısılır.
Ateş düştüğü yeri yakar, içinde merhamet pınarı kurumayanın kalbi oralı olur, ateşin düştüğü yeri dert edinir. Dert edinenler, ellerinden gelenin en iyisini yapan has insanlardır. Acı paylaşılmaz, belki hissedilir. Yalnızca kalbi güzel olan, anlamanın derdini çeken, ruhu derin duygu ve düşüncelere müptela olan insanlar acıyı hissedebilir. Yas ve matem bazılarını daha vicdanlı, merhametli yapar, iyi anlamda değiştirir. Bazılarına da asla dokunmaz, tesir etmez. Tesire açık kalpler nasipdar olur. “Nasibi müyesser olasın” denir, müyesser bir şeyin kolay kılınmasıdır. Nasibi olana yol da yürümek de kolaylaşır.
“Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun” der Birhan Keskin. Acı tek kişiliktir. Emin ellerle, selim kalplerle, kendisine güvenilen bir dostla paylaşılınca insanın ağrısını ve yükünü alır. İnsan arada dönüp kendine şunu sormalıdır: Dağ kalpli miyim veya yaslanılacak bir omuz mu, yoksa birinin acısını da sevincini de açmaktan imtina edeceği biri miyim?
Hiçbir hâl sürekli ve kalıcı değil, her şey geçer, unutmak gibi bir lütuf bahşedilmiş insana ama geçmeyen şeyler de var, insanın kalbine bir kıymık olup batar, ara sıra yutkunamayışına sebep olur. İnsan tam da o anlarda yaslanacak bir şey arar, sükut da yaslanılası bir yoldaştır.
Nihayetinde kış gelir ve geçer, giderken gelecek baharın tohumlarını da toprağın bağrına saçar gider.