Taha Kılınç, Yeni Şafak gazetesinde "Köpük ve posa" başlığı ile yayınlanan yazısında 2011'de başlayan Ortadoğu intifadalarını değerlendiriyor:
Gannûşî, ayeti okuduktan sonra, sözünü şöyle bağlamıştı: “Burada verilen misalde olduğu gibi, göreceksin, Arap Baharı’nın da köpüğü ve posası zaman içinde atılıp gidecek. Yıllar sonra baktığımızda, geride insanlara fayda veren şeyler kalacak. Ben buna inanıyorum.”
Birkaç gündür, “Arap Baharı” olarak adlandırılan bölgesel türbülans sürecinin başlangıcının 10’uncu yıldönümü bağlamında yazılanları ve değerlendirmeleri okurken, Râşid Gannûşî’nin bu yorumunu da yeniden hatırladım. Kendisi o görüşmemizden sonra geçen zamanın ve yaşananların ardından, bugün ne düşünüyor bilmiyorum. Ama muhtemelen fikirleri büyük bir dönüşüm geçirmemiştir. Zira, sohbetimizin seyri içinde, ne söylediğini son derece bilerek konuşan ve analizleri yılların tecrübelerinden süzülen bir siyasetçi görmüştüm karşımda. Tunus’un son yıllarda atlattığı onca badirede üstlendiği kritik rollere dikkat kesilince, aynı soruyu bugün de sorsam Gannûşî yine aynı cevabı verirdi, diye tahmin ediyorum.
***
Hadiseleri çok boyutlu olarak okumak her zaman mümkündür. Özellikle şahit olunan ve parçası haline gelinen fırtınalı dönemlerin gerçek anlamları, bazen on yıllar geçtikten sonra daha net tanımlara kavuşabiliyor. Bu nedenle, -Batılıların “developing story” dedikleri- halen devam etmekte olan hadiselerde çok sayıda izah ve açıklama imkân dahilindedir. Hatta bu izah ve açıklamalar bazen birbiriyle çelişiyor gibi görünse de, hepsi kendi zaviyesinden hakikatin bir başka parçasının ifadesi olabilir. Örneğin, Arap Baharı’nın halkların tamamen kendi ızdırap ve ihtiyaçlarından neşet ettiğine, halk ayaklanmalarının milyonların on yıllardır maruz kaldığı aşağılamalardan ve mahrumiyetlerden doğduğuna dair yorumlar da doğrudur; sürece dışarıdan müdahalelerin gerçekleştiği ve yabancı aktörlerin istihbarat oyunlarının sahnelendiği de doğrudur.
Esasen, bu iki açıklama biçimi birbirini yalanlamak şöyle dursun, destekler ve tahkim eder. 17 Aralık 2010 günü hadiselerin ilk kıvılcımının çakıldığı Tunus’tan ordunun tahakkümünü bilahare yeniden dayattığı Mısır’a, en fazla yıkımın gerçekleştiği Suriye’den parçalanmanın eşiğine gelen Libya’ya, Arap Baharı’na sahne olan bütün ülkelere dikkatle, yakından ve insafla bakan herkes, hem halkların ızdırabını hem de coğrafyanın ruhuna yabancı ellerin çevirdiği dolapları yakinen görür. Ve bu arada, Türkiye’nin, tüm bu alt-üst oluşlar karşısında mümkün olduğunca ve gücü yettiğince hakkın ve adaletin safında durmaya gayret ettiğini de…
***
Arap Baharı’nın 10’uncu yıldönümünde, “Tüm bu yaşananlardan, Türkiye olarak biz ne öğrendik?” sorusunu bilhassa önemli buluyorum. Hem halk hem de karar alıcılar açısından, bu sorunun çok farklı cevapları var. Ancak şu üç nokta, hepimiz için müşterek: İçinde yaşadığımız bölgenin iç dengelerini ve dinamiklerini anlamış olmayı ve bazı ezberlerden kurtulmayı, öğrendiklerimiz listesinin ilk sırasına yerleştiriyorum. Yetişmiş eleman ve gelişmiş ekipman ihtiyacını fark etmemiz ve buna yoğunlaşmamız da, ikinci sırada. Yazılı materyal ve karşı propaganda malzemeleri üretmek mecburiyetini görmek, üçüncü sırada. Fakat bu noktada, henüz atmamız gereken ciddi ve önemli adımlar var. Ortadoğu (ve genel olarak İslâm dünyası) hakkında özgün, yerli, bizim bakışımızı yansıtan, muteber ve hacimli metin üretiminde, emekleme aşamasındayız hâlâ. Mevcut çalışmaları yoğunlaştırmak, tarihin ve coğrafyanın daha derinden kavranmasına yardımcı olacak malzemeyi vücuda getirmek zorundayız. Bu konuda yapacağımız her tembellik, bizi başkalarının anlatması ve tanımlaması anlamına gelecektir.
Ne diyordu o ünlü Afrika atasözü:
“Aslanlar yazı yazmayı öğrenene kadar, bütün hikâyeler avcıyı övecektir.”