'Balyoz Darbe Planı' çerçevesinde 25'i muvazzaf toplam 102 yüksek rütbeli subayın tutuklanmasına karar verildi. Tutuklanmasına karar verilenlerin bir bölümü halen görevde. Sanıklar henüz teslim olmadı. Bir iddiaya göre Genelkurmay'ın hukukçularının yol göstermesiyle askerler zaman kazanmak istiyorlar.
Öyle ki, Adana'daki cenaze töreninde İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile sanık 6. Kolordu Komutanı Nejat Bek, aynı safta idiler. Başbakan'ın Genelkurmay Başkanı'yla "özel görüşmesi", kafalarda birtakım soruların uyanmasına yol açıyor. Sanki birileri "Evet, herkes hukuk karşısında eşittir, ama bazıları daha eşittir" mesajını vermek istiyor.
Askerlerin itham edildikleri suçlar hayli vahim: Anayasal düzeni devirmek, kargaşa çıkarıp hükümeti devirmek; bunun için İstanbul'da iki camide cemaatin kalabalık olduğu bir vakitte bomba patlatmak; bize ait bir savaş uçağını düşürüp suçu Yunanistan'a atmak ve iki ülke arasında sınırlı kriz yaratmak, binlerce insanı tutuklayıp stadyumlara doldurmak, yazar ve gazetecilere suikast düzenlemek.
Hiç kuşkusuz bu iddialar araştırılmayı hak ediyor. Gel gör ki, subaylar teslim olmaya yanaşmadıkları gibi görevlerinden de uzaklaştırılmıyorlar. Oysa 1997'den beri her sene ağustos ayında toplanan Yüksek Askerî Şûra, "irticai faaliyetler"de bulundukları gerekçesiyle onlarca insanı ordudan atıyor. "İrticai faaliyet" demek, bir subayın namaz kıldığının tespit edilmesi veya eşinin başörtüsü takmasından ibaret. Bu ihraçlar ne kadar hukuki?
Orduda görev yapan insanların dinlerine bağlı olması tabiidir. Ordu içinde çeşitli görüş ve düşüncelere sahip insanlar yer alabilir. Disiplini bozmadıkları sürece görev yapabilirler. Bazı insanların farklı düşünce ve inançlarından dolayı ihraç edilmeleri, temel hak ve özgürlüklere aykırıdır.
Burada sorun, tartışmanın "objektif liyakat" değil, "resmi ideoloji ve askerin sivil siyaset üzerindeki vesayeti" etrafında dönüp dolaşmasıdır. Tabii ki herhangi bir kamusal kuruluş veya kamusal bir mekân yurttaşlar arasında ayırım üzerine düzenlenmemeli. Mesleki formasyon ve yetenek (liyakat-ehliyet) söz konusu olduğu sürece, insanların düşünceleri, inançları ve farklı davranışları kendilerini bağlar. Bir kamu kuruluşunda görev almanın ön şartı, kuruluşun amacına uygun üretmek zorunda olduğu hizmettir. Eğer bir görevli bu hizmeti verebilecek potansiyel formasyona sahip ise, düşünce ve inançlarından dolayı bu hizmeti vermekten alıkonamaz; aksi halde "ayırımcılık" yapılmış olur ve her türlü ayırımcılık temel hak ve özgürlükleri derinden zedeler.
19. yüzyılın ilk yarısından itibaren ordunun asıl işlevi itibariyle "yeni bir toplum inşa etmek", "bir ulus devleti kökleştirmek", kısaca geniş halk kitlelerini Batılılaştırmak ve bugünkü yaygın deyimiyle modernleştirmek üzere dizayn edildiğini söyleyebiliriz. Osmanlı, İran ve Çarlık Rusya'sına modernleşme orduların gücü ve etkisiyle girmiştir. Cumhuriyet döneminde de ülkenin taşrasına ve küçüklü büyüklü yerleşim merkezlerine modernleşmeyi taşıyan ana kurum ordu olmuştur. 20 yaşına gelen gençler, askerlik hizmetleri süresince sadece savaş yeteneklerini öğrenmekle kalmıyor, aynı zamanda sıkı bir modernleşme sürecine de dahil edilmiş oluyorlar. Batılı olmayan ülkelerde modernleşme politikalarının gerisinde ordu yatmaktadır. Denebilir ki, birçok ülkede ordunun asıl misyonu savunmadan çok, bir taşıyıcı, modernleştirici bir araç rolü oynamaktır.
Askerlerin ve siyaset üzerinde askerî vesayetin devamından yana olanların anlayamadığı gerçek şu: Artık askerler ülkeyi modern sürece katamıyorlar, anakronik yaklaşımları ve yöntemleri dolayısıyla ülkeye ağır maliyetler bindiriyorlar. Dünya postmodern zamana girmişken, onlar modern zamanı bile yakalamakta yetersizlik gösteriyorlar. Toplumun kendisi sivil olarak ve farklı yöntemlerle modernleşmek istiyor. Türkiye'de çatışma "resmî-askerî modernleşme" ile "sivil-muhafazakâr modernleşme" arasındaki görüş ayrılığından kaynaklanmaktadır.
ZAMAN