Askerin krizi ile “beyaz”ın krizi

Ali Bayramoğlu

Birlikte okuyalım: “Ya Ergenekon yoktur veya abartılmaktadır derseniz, Emin Çölaşan-Mustafa Balbay 'ın yanındaki yerinizi alırsınız.

Biz de, Danıştay baskınından Hrant Dink'in katledilmesine, Adapazarı üçgeninden Susurluk çetesine, yayınlanan Darbe Günlükleri'nden toplumu hizaya getirme planlarına kadar gün ışığındaki tüm belirtileri yok sayan pişkinliğiniz ve vicdansızlığınızla sizi baş başa bırakır başka tarafa bakarız.

Ya da Ergenekon vardır ve ciddidir ama soruşturma evrensel hukuk ilkelerine, yasaların açık hükümlerine aykırı yürütülmektedir dersiniz. Bu soruşturmanın hangi ciddi hak ihlallerini içerdiğini de hukuk çerçevesinde inandırıcı biçimde açıklamanız gerekir o zaman…”

Ancak bu kadar güzel ifade edilir…

Bu satırlar Ankara Barosu Felsefe Klubü Başkanı Gürbüz Özaltınlı'ya ait.

İki gün önce Taraf Gazetesi'nin yorum sayfasında, “Tarafsız demokratlığın' dayanılmaz boşluğu” başlıklı yazısında Özaltınlı şöyle devam ediyordu:

“İddianamenin uzun süredir tamamlanmadığı, zanlıların neyle suçlandıklarının belli olmadığı eleştirisindeki samimiyetsizlik ve zorlama, çok açık görülmüyor mu?

İtalya'da benzer bir temizlik sürecinin uzun yıllara yayılan çok zorlu bir süreç gerektirdiği bilgisine sahip olmayan var mı aramızda?

İddianamenin gecikmiş olmasının hangi yasa maddesine aykırı olduğunu neden ilan etmiyorlar bu hassas demokratlar?...”

Toplumsal açıdan bakıldığında asıl sorun sanırız burada…

Vahim olan sadece siyasi gelişmeler ve gerginlik değildir; aynı zamanda yaşanan “toplumsal kutuplaşma”dır, “kanaat kutuplaşması”dır.

Kutubun bir yanı, siyasi iktidardan kendisine göre demokratik nedenlerle uzak durmayı, darbe, darbecilik ve darbecileri desteklemekle özdeş kılmakta, klişelere endeksli bir akıl dışı siyasi tutuma sarılmış durumda.

Bu durum aslında söz konusu kutuplaşmanın temelinde ciddi, zihinsel, ahlaki, siyasi bir hastalık tarafından üretildiğini göstermektedir.

Düşünmeden, “bizden ya da onlardan”, “sempati ve antipati” duygularıyla, kimlik ve kişilik refleksleriyle alınan siyasi tavırlar, temel olarak “kültürel nitelikli sınıfsal bir konuma ve tutuma, daha doğrusu bir kast sistemine, üstün kast duygusuna” işaret ederler…

Bu duygunun aşırı siyasallaşması otoriterleşmeye açılan yoldur.

Bugün de öyle olmaktadır.

Adını koyalım o zaman:

Türkiye militarizmin iç kriziyle laikçi bir algı ve varoluşun iç bunalımını aynı anda ve üst üste yaşamaktadır.

Bu krizlerden her birisi diğerini tetiklemektedir.

2003 tarihinde paşalar arasında başlayan bugünlere kadar uzanan ayrışmalar, darbe arayışları, ordunun siyasete müdahale eğiliminin artması, değişen bir Türkiye karşısında bu değişime ayak uyduramayan askeri cihazın iç bunalımının açık göstergeleridir.

Laikçiliğin iç krizi ise değişim ve demokratikleşme karşısında açığa düşen, benimsediği “demokrasi eşittir ayrıcalık” denklemi alt üst olan toplumsal kesimin bir iç kavrulmasıdır…

Yol uzundur…

Ancak Türkiye bedeli ne olursa olsun her iki krizi de aşacak, aydınlığa doğru yol alacaktır.

Kimsenin şüphesi olmasın…

YENİ ŞAFAK