2007 yılında PKK’nın Dağlıca baskını sırasında, PKK tarafından kaçırılan askerleri mahkum eden mahkeme kararının gerekçesi aynen şöyle: “Şartlar ne olursa olsun, açıklanan mevzuat uyarınca sanıkların (askerlerin) şahsi tehlike korkusunu yenerek mücadelelerine devam etmeleri, silahlarını bırakarak teslim olmamaları gerektiği açıktır. Yakın tarihimizde daha da olumsuz şartlara rağmen atalarımızın hayatlarını feda ederek vatanı bize emanet etmiş oldukların gözden uzak tutmamak gerekmektedir.”
‘Heyecan dozu’ artıyor ve karar şöyle devam ediyor: “Aksi takdirde, yani bu tür İNSANI DUYGULAR bahane edilerek olaya yaklaşılması durumunda, askerlik mesleği ve dolayısıyla vatan savunmasının yapılamayacağı bir gerçektir. Nitekim olay esnasında da yaşanan olumsuz şartlara rağmen üs bölgesinde görevli olan diğer personel, 12 personelin şehit olmasına, 17 personelin yaralanmasına rağmen canları pahasına çatışmaya devam etmiş, silahlarını bırakıp teslim olmamıştır.”
Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi, saldırıdan canlı olarak kurtulan askerlere, “Bak bazı arkadaşlarınız öldü siz de ölseydiniz ya! Türk askeri ‘insani duygu’ falan dinlemez, her koşulda ölünceye kadar çarpışır. Ölmeyip de teslim olmak zorunda kalırsan ben de seni mahkum ederim” mesajını veriyor.
***
‘Balyoz Harekâtı’ yoluyla askerlerin nasıl askeri darbe yapacaklarına ilişkin ortaya çıkan plan, ne kadar tehlikeli bir dönemden geçmiş olduğumuzu gözler önüne seriyor. Taraf gazetesinin üst üste gerçekleştirdiği gazetecilik başarısı, kamplaşmanın yol açtığı bulanıklık nedeniyle yeterince anlaşılamıyor. Bazı kesimler, deşifre edilen ‘korkunç’ planları, sırf bugünkü hükümete olan kızgınlıkları nedeniyle görmezlikten geliyor, küçümsüyor, küçümsemek istiyorlar.
Bir saldırıdan ‘canını zor kurtaran’ askerleri, ‘neden ölmedin’ diyerek mahkûm edebilen askeri hâkimlerin ruh halini, askerlikten ne anladıklarını algılayabilmek gerçekten de kolay değil. Ama ‘Balyoz Harekâtı’nı düzenleyenlerin mantığından çok da farklı olmayan bir mantık yapısıyla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
‘Türk askeri’ , hepimizin titizlikle büyüttüğümüz, her türlü tehlikeden sakındığımız, gözümüz gibi koruduğumuz çocuklarımızdır. Bu halkın çocuklarıdır. Kim çocuğunun ne olursa olsun ölmesini kabul edebilir, ölmedi diye mahkûm edilmesini içine sindirebilir?
Mahkemenin kararına göre ‘insani duyguları bir yana bırakmamız’ gerekiyor. Türk askerine insani bir değer ve anlam atfetmememiz, askerlerin insan olduğunu unutmamız gerekiyor... Daha hayata yeni başlayan
20 yaşındaki çocukları sanki insan değillermiş de bir ‘savaş ve güvenlik makinası’nın içerdiği mekanizmalarmış gibi algılamamız gerekiyor...
21. yüzyılda böyle bir güvenlik ve askerlik mantığı kabul edilemez... Haydi diyelim ki, bir birlikte komutan heyecan içinde, kendi birliğine cesaret vermek amacıyla hamasi bir üslupla bu şekilde konuştu... Mahkeme hangi kanuna, hangi hukuki anlayışa dayanarak askerlere ‘korkaklık’ cezası verebiliyor?
***
Savaş ve çatışmada geriye çekilmek de yaşanır, kaçmak da. ‘Sonuna kadar savaş’ diyen bir askeri anlayışın, sağlıklı bir anlayış olduğunu söylenebilir mi? Hitler’in ‘der totale Krieg’ (topyekûn savaş) anlayışından bunun ne farkı var?
Kim benim çocuğuma, bu halkın çocuğuna yaşamak yerine ölümü önerebilir? Bizler çocuklarımızı ölüme gitmek için ellerinden geleni yapmaları amacıyla mı orduya teslim ediyoruz?
Bu mahkeme kararı, acilen düzeltilmesi gereken ‘militarist’ ruh halinin boyutlarını ortaya koyan çarpıcı bir örnek.
Askeri mahkemenin böyle bir gerekçeyi hangi hukuk mantığının içine oturttuğunu anlamak gerçekten zor. ‘Ölmenin hukuku’ mu bu yoksa?
Korkutucu ve inanılması zor bir tabloyla karşı karşıyayız...
RADİKAL