Türkiye, Batı'da ve Ortadoğu'da nev'i şahsına bağlı bir sivil-asker ilişkisi içindedir. Batı'da askerlerin siyasetçilerin emrinde olduğunu biliyoruz. Ortadoğu'da ise monarşi varsa, orada askerin esamesi okunmaz, ordu şeyhin veya kralın emrindedir.
Diktatörlük varsa, orada da asker üniformasıyla iktidarın tepesinde duruyor. Türkiye'de ise "sivil sahne"nin gerisinde asker gerçek iktidarı elinde bulunduruyor.
Bunun hangi tarihî, politik ve zihnsel kaynaklardan beslendiği konusu üzerinde duracağız. İlkin tarihten başlayalım:
Osmanlı ile ilgili söylenecek ilk şey, bu devletin teokratik olmadığı gibi mutlakiyetçi de olmadığı hususudur. Uygulamada aksine örnekler olsa bile, Osmanlı kendini daima bir hukukla sınırlı saymıştır: Sisteme göre padişahın şeriat dışına çıkmasını Divan-ı Hümayun, ulema ve vükela önlemek zorundadır. Kanuni'nin koyduğu bir kanunnamedeki "Devlet idaresi ulema ve vükelaya tevdi edilmiştir. Padişahın doğru yoldan sapması halinde, ulema ve vükela ordu reislerini vaziyetten haberdar ederek padişahı tahttan indirip, yerine hanedan erkânından diğerini seçeceklerdir." hükmü, hükümdar üzerinde bir denetlemeyi tespit eder. Bununla beraber ulema sınıfı ile vükelanın böyle bir denetlemeyi yapacak surette teşkilatlanmadıkları gözden kaçmamalıdır. (E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VII, 196)
Bu durum siyasetin ve genel olarak yönetimin temel zaafına işaret eder. Teorik olarak padişah, Batı'dakine benzer mutlak bir otorite konumunda olmasa bile ve temel icraatları Şeriat çerçevesinde ulemanın ve vükelanın denetimi altında bulunsa bile, hukuku ihlal etmesi halinde denetim yetkisine sahip bu güçlerin nasıl ve hangi hukuki mekanizmalar eşliğinde harekete geçecekleri belirlenmediğinden, sonuçta bu gibi durumlarda ordu (Yeniçeri), fiili durum yaratıp yönetime el koymuş, ulema ve vükelaya düşen bu fiili durumu veya başka bir deyişle "durumdan vazife çıkaranlar"ın yapıp ettiklerini onaylamak olmuştur. Aksi de varid olmuştur. Yani bazen iktidar değişikliği isteyen ulema ve sivil bürokratlar Yeniçeri'yi padişahı tahtından indirmek için adeta tahrik ve teşvik etmiştir. Bu, yönetim üzerinde askerin hangi ölçülerde güç sahibi olduğunu gösterir. Ancak burada son derece önemli bir nokta var: Askerin misyonu kendi başına darbe yapıp yönetimi ele geçirmek ve devleti militaristleştirmek değil, işi bitince tahtı yine hanedandan birine tevdi etmektir.
Denetleme ihtiyacına karşılık, bir denetleme mekanizmasının olmaması, zaman içinde ulemanın desteğini kazanan ordu içindeki birtakım güçlerin yönetim üzerindeki iştahlarını kabartmasına yol açmıştır. Hiç eksilmeyen iktidar mücadelelerinde zamanla güç dengelerine göre padişah şeriata aykırı eylem ve işlerden ötürü kendini yalnızca Tanrı'ya karşı sorumlu tutma eğilimi içine girdi. Bu da, dünyevi planda siyasi, hukuki ve cezai sorumluluktan kurtulması için özerk bir alan açıyor, padişahta mutlakiyetçi duyguların uyanmasını sağlıyordu. Fakat padişahlar bunu hiçbir zaman başaramadılar. Başaramayınca daima bir yandan toplumsal güç dengelerini kollarken, öte yandan ve asıl olarak ya askerin etkisini azaltma yoluna gittiler veya tahtın güvenliğini askerin eline teslim ettiler.
Bu tarihî tecrübe bize bugünkü asker-sivil ilişkisini derinden etkileyen bir miras bıraktı. 1) Buna göre modernleşmeye paralel olarak merkeziyetçileşme eğilimlerine giren devlette, nihai yetki paylaşımında askerler sivillerin gerçek rakipleri oldular. 2) İktidara gözünü diken siviller, askeri, darbe yapmaya teşvik ve tahrik eder veya darbe yapan asker, arkadan kendine yasal bir kılıf bulup uydurur, bunu da sivillere yaptırır (1961 ve 1982 anayasaları). 3) Ancak her müdahaleden birkaç sene sonra asker yönetimi sivillere devreder; onun geleneğinde –mesela Latin Amerika, Ortadoğu veya Afrika'da olduğu gibi- sonsuza kadar iktidarı elinde tutma alışkanlığı yoktur.
ZAMAN