Askerin modernleştirici misyonla siyasete ve toplumsal hayata karışması telakkisi Türkiye'nin NATO'ya girişiyle pekişmiş, 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle neredeyse kurumsal bir nitelik kazanmıştır. Askerin sahip olduğu yetkiler, MGK'nın misyonu 1961 Anayasası'yla hukuk içindeki yerini almıştır.
Bizdeki askerin sistem içindeki konumu ile modern Batılı demokrasilerdeki konumu arasında yeterince üzerinde durulmayan temel bir fark göze çarpmaktadır. Şöyle ki:
Montesquieu'den beri modern yönetimlerin karakteristik özelliği kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Modern siyasetin ana çerçevesi durumunda kabul edilen kuvvetler ayrılığı ilkesi bakımından asker bir kuvvet değildir, bir ofistir; nüfus ve tapu idaresi gibi fonksiyonel görevlere sahiptir, öyle olmak durumundadır. Genel konsept göz önüne alındığında asker beyin veya karar mercii değil, koldur. Karar mercii, her dönemde seçimle yenilenen yasama meclisidir. Ancak, Türkiye'de asker, bir "kol" olmaktan çok; yönetici, düzenleyici, emredici bir "beyin"dir. Tabii her askerî müdahaleden sonra toplumsal hayatın bu "beyin"in araya girmesi dolayısıyla nasıl altüst olduğu, yeni sorunların çıktığı ve eski sorunlara eklenerek işin içinden çıkılamaz hale geldiği ortada.
Batı'nın askerî darbelere iyi gözle bakmamasına, "askerlerin rejime el koyma" gibi kavramların neredeyse Batılı demokrasilerin literatüründen silinmiş olmasına rağmen, neden Türkiye'de her on senede bir tekrarlanan kaba veya rafine askerî müdahalelere "hoşgörülü" davrandığı konusu bununla ilgilidir. Buna Türkiye'nin NATO'ya girişiyle bir faktör daha ilave edildi ki, o da, askerî vesayetin Türkiye'nin muhtemel bir eksen değişikliği yaparak Sovyet Bloku'na dahil olması veya eksenden çıkıp diğer Müslüman ülkelerle kendine özgü bir eksen-merkez oluşturma ihtimalinin bertaraf edilmek istenmesidir. Gladio ve Ergenekon bu tehdit değerlendirmesinin ürünleridir. Her askerî darbe veya müdahaleden hemen sonra yapılan ilk resmi açıklamalarda başat cümle şu olmuştur: "Türkiye Batı ittifakına sadık kalmaya ve NATO üyeliğini devam ettirmeye devam edecektir." Bu açıdan bakıldığında vuku bulmuş hiçbir askerî müdahale Batı'nın bilgisi ve onayı dışında yapılmış değildir.
Ancak öyle de olsa Türkiye sonuçta bir NATO ülkesidir ve NATO'ya kabul edilirken kendisinden iki şey istenmişti: Çok partili demokratik hayata geçmesi ve başta din eğitimi olmak üzere özgürlük alanlarını genişletmesi. Böyle olunca NATO üyesi bir ülkede asker darbe yapınca uzun süre iktidarda kalamıyor, kısa süreli düzenlemeler yaptıktan sonra yönetimi sivillere devrediyor. Bu da dezavantajı yanında NATO üyeliğinin bir avantajıdır.
Geldiğimiz noktada buna AB üyelik süreci eklenmiştir. Şimdi hem NATO hem AB, artık askerlerin yönetime el koymasını "yarardan çok zararlı ve maliyetli" buluyorlar. Bu yüzden askerî müdahalelere sıcak bakmıyorlar. Geçtiğimiz 19 Mayıs'ta yapılan Ortaklık Konseyi'ne sunulan raporda "TSK siyasi nüfuz kullanmaktadır. Bazı kıdemli askerler, yetkilerini aşan iç ve dış politikaya ait konularda görüş ifade etmekten kaçınmalıdırlar. Savunma harcamalarının tam denetimi ve Meclis kontrolü kuvvetlendirilmelidir. Sayıştay kanunu askerî harcamaların denetlenmesine imkan verecek şekilde düzenlenmelidir." deniyordu.
Dış dünyaya göre, artık askerin toplumu toplum veya siyaset mühendislikleriyle, emrederek, korkutarak ve sopa atarak modernleşme misyonunu yerine getiremeyeceği, tam aksine bölgesel ve küresel seviyelerde kendisine büyük ihtiyaç hissedilen Türkiye'yi anakronizme götürdüğü yönünde bir kanaat var. Bu açıdan dış dünya da askerin siyasetteki misyonunun sona erdiğini düşünüyor.
Her şeye rağmen asker müdahale ediyorsa, şu veya bu kuvvette kanunî bir zemini kullanmaktadır. Siyasetçilere düşen, işi hukukî zeminde halletmektir, bağırıp çağırmak değildir. AK Parti bunu 2005'e kadar yapabilirdi, maalesef yap(a)madı.
ZAMAN