Cumartesi günü, Osmanlı'dan devraldığımız mirasın, her ne kadar askerin sivil yönetime karışmasını öngören kabuller öngörüyorsa da, nihai gayesi itibarıyla askerin yönetime karışmasının asıl sebebinin ilanihaye yönetimde kalmak değil, "yönetici-iktidar değişikliği" yapma amaçlı olduğunu belirtmiştim.
Bu, askerî yönetimle sorunlu bir ilişki içine sokması açısından dezavantaj olmakla beraber, bir açıdan da avantajlıdır. Çünkü askerin darbe geleneğinde siyasete müdahale etmek var, ama sürgit yönetimde kalma düşüncesi yoktur. Modern zamanlarda da müşahede ettiğimiz üzere, belli periyotlarda asker siyasete ve yönetime müdahale ediyorsa, ama ilanihaye yönetimde kalmıyor.
Askerî müdahaleleri kafalarının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi hisseden siyasetçiler, eğer nasıl sağlıklı bir siyaset ve bize özgü gelenekler çerçevesinde sürdürülebilir bir demokrasi fikri üzerinde yeterince imal-i fikredebilselerdi, bu tarihî faktörü sivil siyasetin lehine dönüştürebilirlerdi.
Asker-siyaset ilişkisi açısından "avantaj-dezavantaj" teşkil eden bir faktör daha var: Bilindiği üzere askerin nazım rol oynayan bir aktör olarak siyasete karışması veya "siyasetin askerileşmesi" 19. yüzyılda devletin zaafa uğraması ve buna bir tedbir olarak öngörülen Batılılaşma ile başlar. Geleneksel asker-siyaset ilişkisi modern olandan tamamen farklıdır. Geleneksel toplumlarda devlet fetihçidir, askere her zaman ihtiyaç hisseder. İdari bakımdan merkezî olmasına karşılık sosyo-kültürel açıdan merkeziyetçi olmayan devletin askere ihtiyacı tamamen askerin kendi 'asli görevi'yle ilgilidir, yani askerin işi fetih yapmak, savaşlarda zafer kazanmak vs.
Askerin toplum ve siyasi mühendislik rolüne soyunması Batılılaşma/modernleşme ile başlar. Bu tarihten sonra asker, sadece devleti değil, toplumu da modernleştirme misyonunu üstlenmiş, kendine bu görevi vermiştir. Bu Batı'nın da onayladığı, çeşitli sözde bilimsel kuramlar eşliğinde desteklediği bir misyondur. Buna göre, Müslüman toplumlar kendi kendilerine değişemezler; çünkü sivil toplumları yoktur; devlet yukarıdan onları değiştirir, dönüştürür, yani modernleştirir. Bunu da yapabilecek olan en güçlü aktördür, emredici kuvvettir. Bu da devletin silahlı bürokrasisi olan askerden başkası değildir. Bu çerçeveden bakıldığında, askerin siyaset ve toplum üzerinde bir velayet ve vesayete sahip olması zaruri bir tarihsel-toplumsal kader olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tez (aslında tepeden tırnağa bilimsel hurafe) Wittfogel'den Montesquieu'ye, Karl Marx'tan Gramsci'ye çeşitli şekillerde tekrar edilip durmuştur. Söz konusu hurafeyi belli kuramsal çerçeveler içine oturtanlar, "doğu despotizmi" kavramından hareketle, askerin vesayetindeki devletin emredici ve taşıyıcı gücüyle bu toplumların modern tarihe katılabileceklerini bize kabul ettirmeye çalıştılar.
Geleneklerimizi ve toplumsal irfanımızı aşağılayan bu tez özünde oryantalisttir; kendi kendini oryantalize eden aydınlarımız da bunu bir tür içselleştirdiği için solcu ve ulusalcı kanadıyla toplumsal değişimde umudunu asker-aydın ittifakına, liberal-demokrat kanadıyla dış dinamik ve tazyiklere -mesela AB veya ABD'nin baskılarına- bağladı.
"İç sivil-toplumsal değişme olmaz" tezi bugün her yandan dökülmektedir. II. Mahmut'un ve Mustafa Kemal'in modernleşme projeleri yakın tarihte test edildi. 1950'lerden bu yana muhafazakâr iktidarların gösterdiği performans, modern tarihe belli ölçeklerde ve 'bize özgü' modellerle katılabilmemizin mümkün olduğunu göstermiş bulunmaktadır. Askeri etkin kılan "devletin tercihi, salt Batılılaşma ve din-dışı modernleşme" projesi, yerini "sivil-toplumsal, bize özgü ve muhafazakâr-dindar modernleşme" modeline bırakma krizini yaşamaktadır. Bu, artık askerin eskisi gibi işlev görmesini gereksiz kılan yeni bir tecrübedir. Kısaca iç ve dış aktörler, askerden misyon değişikliği istiyor.
ZAMAN