Balyoz soruşturması çerçevesinde tutuklamalar adeta rutine bağlanmış durumda. Beşiktaş Adliyesi’nin önünden kalkan minibüslerin bir tek “Hasdal’a bir, iki!” diye bağıran acar muavinleri eksik. Bir önceki yazımıza konu olan ‘Hudson Kahramanı’ Tümgeneral Bertan Nogaylaroğlu kafilesinden sonra da Silivri ve Hasdal’daki tutuklular listesine yenileri eklendi. Korgeneral Turgut Atman beraberindeki beş general ve bir albay ile yüzlerine okunan tutuklama kararı sonrasında Hasdal’a gönderildi.
Balyoz tutuklamaları sonrasında şu sorunun cevabı son derece önemlidir: TSK’nın üst düzey komuta kademesi yoğun bir tutuklama kampanyasıyla mahkeme ve cezaevi yoluna düşmüşken basın yayındaki sözcüleri ne söylüyor?
Rejimin teminatı, toplumun en çok güvendiği kurum, aydınlanma ve ilerlemenin öncüsü vs. klişe söylemlerini üretenler, pazarlayanlar ve bir balyoz gibi toplumun başına indirenler şimdilerde pek ortalıkta görünmüyorlar. Akademik literatürle süslenip örtülmek istenen korku rejiminin adı militarizmdi. Kurum ve kadrolarıyla TSK’yı hukukun, diplomasinin, eğitimin hatta sosyolojinin tartışılmaz uzmanı ilan edenlerin Balyoz belgeleri ve tutuklamaları karşısında neden nutku tutuldu acaba? TSK’nın gönüllü sözcülerinin “sahte belge, ABD komplosu, cemaat tezgâhı” vs gibi kıvırma payları hiç mi kalmadı yoksa!
Bütün toplumu tek tipleştirip devletin makbul vatandaşları olarak hizaya çekmekle övünen askeri kadroların kötülük ve zulümlerini herkesin kendi meşrebince tevil etmek istediği malum. Mesela Kemalist kesimler için ordu evvel emirde “laikliğin teminatı”dır. Sol-sosyalist kesimler ise orduyu her daim “Sünni-dinci halka karşı ilerleme ve aydınlanmanın kalesi, şartların olgunlaşması sürecinde ilericilerin sağlam müttefiki” pozisyonunda gördüler.
Ülkücü-Türkçü kesimler içinse ordu elbette en başta “Türk varlığının ve geleceğinin teminatı”dır. Sağ-muhafazakâr camia ise her türlü olumsuzluğa rağmen “ordu peygamber ocağıdır” perspektifi ile durumu izah etmeye çalıştı.
Ordu-asker merkezli bir toplum inşa etmek veya askeri cenahı bir şekilde yanında görerek güç temerküz etme siyasetinin sebepleri nedir acaba? Bu yönde geliştirilen siyasetlerin yakın tarihte yaşanan travmalarla yakından ilgili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ali Bulaç’ın bir süre önce Zaman Gazetesi’nde kaleme aldığı 'Peygamber ocağı!' başlıklı yazısı (28 Haziran 2010) tam da bu konuya ilişkindi.
Ali Bulaç, Türkiye’deki siyasi kültüre sinmiş militarizmi ve askerin siyaset üzerindeki etkilerini meşrulaştırmak isteyenlerin, askerin karar ve icraatlarına bir tür kutsallık atfetmek isteyenlerin sıkı sıkıya “peygamber ocağı” söylemine yapıştığına dikkat çekmektedir. Bulaç, dinin asli kaynaklarında yeri olmayan “peygamber ocağı” nitelemesinin İttihatçılar tarafından kutsallaştırılan bir metafora dönüştürüldüğünü izah etmektedir.
Türkiye’deki militarist siyaset ve kültürün tarihsel köklerine dair Ali Bulaç’ın mezkur tespitleri ile bir önceki yazımızda söz konusu ettiğimiz Şükrü Hanioğlu’nun “Silahsız Millet” yazısı birbirini tamamlar nitelikte. Bütün bir toplumu “asker millet-ordu devlet” çerçevesine sıkıştırmak isteyen siyasetin en son örneğini Ergenekon ve Balyoz belgelerinde gördük. Türkiye’de İslam sorunu, Kürt sorunu, Alevi sorunu vs.’den önce ve temelde asker sorunu vardır. Bu meselelerin soruna hatta düşman unsura dönüşmesinde en önemli amil söz konusu ettiğimiz asker sorunudur.
Radikal Gazetesi’nden Ezgi Başaran’a konuşan Murat Belge asker sorununa dair önemli sözler sarf ediyor (4 Temmuz). Murat Belge “Askerin yaratmamış olduğu bir sorunumuz yok. Kendi kendimize sorun yaratmaya fırsat bulamamış bir halkız.” derken enteresan bir örneğe göndermede bulunuyor. Belge, Kürt sorununun çözümü bağlamında Öcalan’la yürütülen görüşmelere atıf yaparak şöyle söylüyor: “Öcalan muhatap olarak devlet görmeye alışık ve hükümeti ciddiye almıyor… Karşısında Genelkurmay Başkanı’nı görmek istiyor. Zaten devletin ezmek istediği bir hükümetle bir anlaşmaya varılacağına inanmıyor çünkü.”
Kürt sorunun çözümünde hükümetin yönlendirildiği muhatap BDP veya DTK mıdır, yoksa Kandil veya İmralı mıdır tartışmaları süre dursun, Öcalan, sorunu kiminle konuşmayacağını da kiminle konuşacağını da gayet iyi biliyor. Hükümete yönelik tehdit mesajlarının yanına düzenli aralıklarla Silivri’ye ve Karargâh’a gönderilen selamları yan yana koyunca şu soruyu sormaktan kendinizi alamıyorsunuz: “Asker sorununun Türkiye’de kuşatmadığı zihin ve siyaset var mı acaba?”