Bir dönemi anlamak, o dönemin dengelerini kestirmekle, önde gelen aktör ve kurumlarının stratejilerini kavramakla ve bunlar arasındaki güç ilişkilerini doğru okumakla mümkün olur.
Genelkurmay Başkanı'nın "yıllık değerlendirme" konuşmasını, dün, bu çerçevede siyasi dengeler açısından ve analiz gözlüğüyle ele almıştık.
Vardığımız sonuç şu oldu:
Türkiye değişirken, değişim orduya da değiyor. Askerin siyasi esneklik dozu artıyor. Örnek: Askerin Kürt sorununa yönelik bakışı ve tanımları, öz aynı kalsa bile, ayrıntıda oldukça farklılaşmış görünüyor…
Bu, aslında hem bir global değişim baskısının sonucu hem de ordunun, siyasi rolüyle itibarının örselenmesi ve kışlasına doğru hareket etmek zorunda kalmasının sonucudur…
Zorunluluk önemli kelime…
Zira zorunluluk ortadan kalktığı zaman, ki bu, güçler oyununun alacağı şekillere bağlıdır, ordunun o değişmeyen öze geri dönmesi de o kadar hızlı olur.
O zaman güç dengeleri açısından yeni dönem meselesini şöyle bağlayalım:
Genelkurmay Başkanı'nın konuşması, "imajını tamire yönelik, odak hadiselere tepki vermeye açık, siyasi iktidarla çatışma ve gerilim politikasından uzak" bir ordu duruşuna işaret etmektedir.
Ancak bu bile relatiftir.
Obama'nın ziyaretinden, Kürt meselesinde çiçekler açmasının üzerinden daha 10 gün geçmeden Güneydoğu'daki Kürt siyasetçilere yönelik operasyon yapılabilen bir ülkede yaşıyorsak, bu kadar hızlı geri dönüşler üretebiliyorsak, bu "duruşu" ya da "yeni bir dönem" vurgularını da temkinle karşılamamız gerekiyor.
Şimdi gelelim madalyonun diğer yüzüne, ilkeler meselesine…
Org. Başbuğ'un konuşmasına ilkeler açısından bakıldığında memnuniyet verici unsur yoktur…
Ordu deyince siyasi rolü itibariyle olduğu yerde duran, devlet adına konuşan, hatta devlet politikalarına ilişkin sınırları çizen bir güce ve tutuma işaret etmektedir, Başbuğ…
İşin bu yönünü ne resmi devlet politikalarının değişim karşısında kazandığı esneklik ne de Başbuğ'un çatışmacı olmayan yumuşak dili gölgeleyebilir.
Bu yön, tekrar edelim, özdür…
Bu öz askerin tanımlarıyla ve kendisine biçtiği rolle yakından ilgilidir.
Org. Başbuğ konuşmasında "… sivil-asker ilişkileri ülkelerin kendisine özgü şartlarına göre ele alınmalıdır" diyordu.
Bu şartlar örneğin ABD'de, Fransa'da, İngiltere'de güvenlik alanını dar, Türkiye'de ise geniş olarak tanımlamayı, ki asker böyle düşünüyor ve bunu uyguluyor, gerektiriyorsa ne olacaktır?
Daha doğrusu iki durum arasındaki fark nasıl tanımlanacaktır?
Yanıt aslında basittir: Askeri vesayet…
Türkiye'de asker, askeri konudan tüm güvenlik konularını, güvenlik konularından ise neredeyse tüm siyasi konuları anlar. Ama bunları siyasi mesele olarak değil, devlet meselesi olarak adlandırır. Devlet meseleleriyle ilgili kararların çerçevesini çizer ve bunları siyasi tartışmadan uzak tutmaya çalışır. Bunu ve siyasetin tam merkezinde yer alışını da bu çerçevede siyaset dışılık olarak tanımlar.
Örneğin aslında siyasi, askere göre ise devletle ilgili bir meselede sınırı şöyle çiziyordu konuşmasında:
"Bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık ve grup haklarıyla kesişmesine izin veremeyiz… İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması (…) mümkün değildir…"
Haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış "izin veremeyiz, mümkün değildir" vurguları da gözden kaçacak gibi değildir…
Genelkurmay Başkanı, Huntington'a referansla askeri otoritenin kontrol edilmesinin yollarından birisini politikadan uzak tutulması olarak ele alıyor ve diyor ki: "Bunun doğal neticesi olarak askerlere kendisini organize etme ve görevlerini yürütme açısından önemli boyutta otonomi verilmelidir…"
Bu kadar geniş bir görev alanında otonomi demek felaket demektir ve bizde öyle oluyor, en azından demokrasi açısından…
Siyasetçinin, demokrasinin olgunlaşmasını engelleyen askeri vesayet mekanizması işte böyle başlıyor…
Devamı gelecek…
YENİ ŞAFAK