Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Salim Dervişoğlu'nun Yeni Şafak'tan Mehmet Gündem'e verdiği röportaj üzerinde durmaya değer.
Özellikle Kürt meselesi hakkında söyledikleri, 'devlet'in bu konuda önemli bir yaklaşım ve siyaset değişikliğine hazır olduğunun da bir işareti sayılabilir. "Kürt meselesi imkânlarımızı yutuyor, kanımızı emiyor, dünyadaki etkinliğimizi azaltıyor, psikolojimizi bozuyor, insanlarımız şehit oluyor. Kürt meselesi üzerinde cesaretle düşünmemiz lazım, sadece askerî yöntemlerle çözülmez... Sorunun kökünü kurutmak lazım."
Bu tespitler, en azından bazı askerlerin nereden nereye geldiklerinin bir göstergesi. Bir diyeceğimiz yok, olamaz da... Üzerinde duracağımız, Dervişoğlu'nun bir ifadesi; askerin demokrasi ile arasındaki 'soğukluk'un şifrelerini ele veren bir ifadesi. Mehmet Gündem'in 'Devlette kurumlar arasında sorunlar var mı?' sorusuna verdiği cevapta asker ile siyaset arasında karşılıklı bir tereddüdün varlığını kabul edip bunun 1950'den beri bütün dönemler için geçerli olduğunu söylüyor emekli Oramiral. Sonra da ilave ediyor: "Askerler iktidara gelenlerle aynı paralelde düşünmüyorlar."
Röportajın koptuğu yer burası. Siyasal iktidarlar askerle hangi konularda, neden 'paralel düşünsünler'? Paralel düşünmeyince ne yapmalı? Hükümetler seçmene karşı sorumludurlar, onlara hesap verirler. Seçmenin beklentilerine cevap veremeyen partileri seçmen iktidardan uzaklaştırır. Yani halk, iktidar ile 'paralel düşünmeyince' iktidar partisini gönderir, bir başkasını seçer. Peki asker, memleket meseleleri hakkında siyasal iktidarla 'paralel düşünmeyince' ne yapar? Darbeyle, olmadı muhtırayla, yok bildiriyle iktidardan uzaklaştırmaya mı çalışır? Yakın siyasî tarihimiz bunun en az dört örneğine şahit... Tabii mesele sadece bir 'görüş ayrılığı' meselesi değil; 'kim bu ülkeyi yönetecek' meselesi. Bu büyük 'sorun'u çözmek için milleti hakem sayanlarla, bu hakkı ve yetkiyi kendilerinde görenler arasındaki bir 'fikir ayrılığı'ndan söz ediyoruz. Yoksa 1950'den beri her seçimle gelen her iktidar orduyla nasıl ters düşünebilir?
Yani sorun 'yapısal', demokrasiyle alakalı; daha doğrusu demokrasiden kaynaklanıyor. Demokrasi öyle bir sistem ki hep 'askerle ters düşenleri' iktidar yapıyor. Askerle ters düşenleri iktidar yapan bir millet, buna imkân veren bir demokrasi rejimi ve buna aracılık yapan siyasî partiler var... Kafada böyle bir demokrasi, halk ve siyaset algısı olunca askerin 'yerinde durması' zor...
Ama bu anlayış çok sorunlu; 1950 seçimlerinden bu yana siyasal iktidarın 'karşı devrimciler'de olduğu bir saplantı, yaygın ve yanlış bir saplantı. Bu zihniyetin üzerine gidilmedikçe ordu içinde siyasete müdahale eğilimi diri kalacak.
Siyasetçileri tanımı gereği kötü, tehlikeli; milleti aldatan, vatanın yüksek menfaatlerini değil siyasî çıkarlarını ve ikbalini önceleyen bir güruh olarak niteleyen bir zihniyet, demokrasiye izin vermez. En kötüsü darbe yapar, en iyisi sistemin içine siyaset üzerinde denetimini sağlayacak vesayet unsurlarını monte eder. 1961 Anayasası'ndan beri de bunu yapıyorlar zaten. Bu zihniyet ve yaklaşım, Genelkurmay Sözcüsü Tuğgeneral Metin Gürak'ın Bülent Arınç hakkında söylediklerinde de zuhur etti.
Genelkurmay'dan beklenen, Ergenekon sanığı emekli generallere sahip çıkmak değil, orduyu cunta şaibelerinden arındırmaktır. Karargâh Evleri soruşturmasında ordunun tutumuna ilişkin ikna edici açıklama yapamayan, bir muvazzaf askerin mal varlığına ilişkin iddialara cevap veremeyen bir sözcü, iş bir siyasetçiye cevap yetiştirmeye gelince aslan kesiliyor. Bu tür yanlışlar askerin güvenilirliğini ciddi biçimde sarsıyor. Darbelerle ve darbecilerle arasına mesafe koyamayan bir Genelkurmay'ın toplumla yolları ayrılıyor, itibarı zedeleniyor. 1950'den bu yana askerin siyasal iktidarla 'paralel' olamayışı da bundan. Ayrı düştüğü, siyasal iktidarlar değil, halkın demokrasi tercihi... Bu ayrılığa bir son verilmeli...
ZAMAN