Günün bitiminde, gelecek günün hazırlığını yapanımız çoktur. Karmaşık bir duyguyla dolu olsak bile, ‘hesabını yapmadan dalarsak ağır öderiz’ diyedir belki de yapmamız. “Her günüm aynı, hep bir haber bekliyorum, iyi ya da kötü fark etmez bir haber sadece” diyordu titrek sesiyle ve zor duyulacak bir ses tonuyla Asiye Nine.
Ciğerimiz, gelen her haberle kâh kavrulur, kâh serinler. Kalbimiz ise yerinden söküp alınacakmış gibi çarpar durur sonrasında, ya kapıyı çalan ölümse diye.
Annelerin dünyası hiç aydınlanmıyor, karanlıkla boğuşup, ölümlerin buz gibi nefesiyle buluşuyorlar.
Bir annenin gözyaşını silememek, yarasına merhem olamamak, izlerini derinlerine kazıdığı o koca çıbanın bıraktığı duyguyu anlayamamak için ‘hissiyatı’ yitirmiş olmak gerek.
Asker annesini dinlerken yüreğimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Bir anne düşünün, her sabah mezar taşını öpmenin hazzıyla duygularını tatmine çalışsın. Dünyasını onunla doldursun. Hiçbir şeyi hayatına katamayacak, düşünemeyecek kadar boş versin. Her şeyini bırakmayı göze alsın, hatta eşini yuvasını bile.
“Öpmeye bile kıyamıyorum mezar taşını.”
“Soğuk mermerleri öperek teselli buluyorum.”
“Oğlumun cebinden çıkan son sigarasını, çakmağını, hatta çocukken oynadığı bilyelerini bile saklıyorum.”
Ve yine anneler düşünün, bir mezar taşının sıcaklığına dahi sahip olmasın. Bir gün kapıyı açıp gelecek umuduyla yansın tutuşsun. Derin dehlizlerde kaybolup gitmiş olsa bile, umudunu ‘ölüsünü bulmak’ şeklinde de olsa hiç yitirmesin. Masalını anlatırken torununa, ‘gerçek hayattan’ kesitler olduğunu hep saklasın. Abartıya gerek duymadan ağzından çıkan her kelimenin hakikat olduğuna, bazen kendi bile inanamasın.
Ve bir gün masalın kahramanları çıka gelsin, üzerlerindeki elbiseleriyle… Anneler onları tanımakta hiç zorlanmasın ve diğer yakınlar da ümitlerine ümit katsın, kemiklerine kavuşmak için.
“Kemiklerimizi, sadece kemiklerimizi istiyoruz” diyen bir feryadın sahibi olmak kadar acısı var mı?
Çıkarılan her kemik binlerce aileye ‘umut kapısı’ oluyor. Biz ise asit kuyularından, toprağa vurulan her kazmadan sonra fışkıran gerçeklerimizle sarsılıyoruz. Adına “şeffaflaşma” denilen yer altındaki kemiklerin bulunması, sevindirici de olsa, yeterli değil. Faili meçhul cinayetlerin kurbanlarının, yerin altında olduğu gerçeği herkesin malumu. Asıl olan onları gömenlerin adaletin karşısında hesap vermesi. Aileler suçluların bulunamayacağını, adaletin gerçekleşmeyeceğini o kadar kanıksamışlar ki, ‘sadece kemiklerimiz’ diye yalvarıyorlar. Kemikleri olsun ki, gidip öpeceğimiz bir mezar taşına sahip olalım.
Uludere katliamında ölenlerin yakınlarının da feryatları aynı: Hesap sorulsun!
Yakınlar konuşuyor bir televizyon programında… Dimağları kuruyana kadar, gözyaşları seslerine mani olana kadar konuşuyorlar… Dinliyoruz yutkunarak biz de. Anlatacak fazla bir şey yok aslında, ama es geçemiyorum işte.
Tek bir istekte buluşuyorlar: “Buna sebep olanlar bulunsun, hesap sorulsun.”
“Devlet bizi yok etti. Oğlumun parçalarını dahi göremiyordum. Hiçbir Müslüman yapmaz bunu.” diyor anne ve büyük bir acıyı yaşarken dahi herkese ders verecek cümleler sarfediyor devamında: “Biz istiyoruz ki bu kan dursun. Bu yanlış hem bize hem de Türk Devletine yapılmıştır. Bizim ve devletin arasına bu ihaneti koyanlar belirlenmeli. Bize haksızlık yapılmıştır.”
Bir başkası anlatıyor: “Katırlarımızın etleri ile ölenlerin etleri birbirine karışmıştı, ayıklayamıyorduk. Parça parça insan vücutları gördük. Eller yoktu, ayaklar yoktu, başlar yoktu, vücutların kime ait olduğunu anlayamıyorduk. Acıklı, üzücü ve yürek dağlayıcı bir olay. Allah bu kanı durdurma gücünü nasip etsin. Bizi ve devleti birbirine düşüren güçler var!”
“Terör kim ki? Bu memleketin evladı!” diyor bir başkası. “Sınır kapısı açılsın, bu işi yapanlar rahat gidip gelsin ki, imkânlarımızın iyileşmesi sağlanmış olsun. Ama her şeyden önce buna sebep olanlar bulunsun.”
“Bunu yapanlara bir kabir dahi nasip olmasın!” diyor aynı anne, Kürt annelerinin ak tülbendini çoktan kara renge büründürerek yaslı halini bir ömür sürdüreceği sinyalini veriyor.
Her birimiz çabuk dönüyoruz dünyamıza sonra. ‘Yapılanlar cezasız kaldıkça, yakınların güven ve umut dünyası bitecek belki de’ diyorum kendi kendime.
Kaygıyla karışık duygularımız, müjdeli haberlerin peşinden koşar durur hep. Bazen kibrin doruğunda gezinirken yakalar bizi bir şeyler. Ne yapanı, ne yapılanları ve artık ne de olacakları görecek göze, duyacak kulağa sahip olmak istemeyiz. Bu konularda yapılan haberlerin magazinsel değer mesabesinde bile görülmediği bir ülkede, üzülmenin ve ah çekmenin daha fazlası düşebilmeli bize.
Ölen gençlerin, kaybolan bedenlerin, umutları tükenmeden artan ailelerin, babalarını hiç görmeden büyüyen sabilerin, iki oğlunun kemiklerine dahi sahip olmadan mecnun bir halde ölüme yenik düşen Asiye Ninenin yakarışla karışık sözlerine kulak verelim biraz:
“ Ben gözüm açık gideceğim, ömrüm yetmeyecek biliyorum, ama bari torunlarım kaybolan oğullarımın kemiklerine kavuşsunlar.” diyerek, son isteğiyle buluşturuyordu bizleri.
Asiye Nine vefat edeli dokuz sene oldu. Onaltı torunun çoğu çoluk çocuğa karıştı. Öyle görünüyor ki, Asiye Nineleri gibi onlar da torunlarına aynı masalı anlatacak. Zira hala gidebilecekleri babalarına ait bir mezar yok.