İnsanın yaradılış gayesini hatırlatarak sözlerine başlayan Musa Üzer, sadece Allah’a kul olmanın en önemli sorumluluğumuz olduğunu söyledi. Ancak; tüm dünya modernleşme adı altında kurgulanmış bir sistemde yaşadığını, bu cahili sistemin, hayatın istisnasız her alanını kuşattığını, insanların nasıl yaşaması, yemesi, içmesi, giyinmesi, düşünmesi ve eğitilmesi gerektiğini dayattığına değindi.
Yaşadığımız dünyayı ve sistemi sorgulamalıyız…
İcat edilmiş ulusal sınırlarla birbirinden koparılmış ve yıllarca birlikte yaşamış insanların birbirine yabancılaştırıldığı bir süreci yaşadığımızı vurgulan Üzer şöyle devam etti; “Hayatı varoluşsal temel bir bakış açısıyla sorgulama sorumluluğu olan Müslümanlar olarak bu kurgulanmış, sonradan türetilmiş ve bizlere dayatılmış yaşam biçimlerini sorgulamak; zihinsel olarak bu kirliliklerden arınmak öncelikli yapmamız gereken bir davranıştır. Kurgulanan bu dünya tam olarak cahili ve yozlaşmış sisteme sahip ve insan, tabiat, ahlak, özgürlük ve adalet anlayışı İslam ile çatışmaktadır.“
Bu anlamda modern milliyetçiliğin basit bir kavram olmadığının altını çizen Üzer, Müslümanlar olarak bu kavramın gereğince tahlil edilmediğini ve üzerinde düşünülmediğini ifade ederek, Mehmet Akif, Babanzade Ahmet ve Eşref Edip’lerin itiraz ettikleri kavmiyetçilik düşüncesinin bu manada modern milletçilik olmadığını söyledi. İnsanın kendi dar çevresi/nesebi ile övünmesi ve kabilesi için savaşması gibi eylemlerin ilk insan topluluklarından günümüze kadar görülen vakalar olduğunu hatırlattı. Müslümanların bu durumu iyi analiz edip üzerine derinlikli bir fıkıh üretmek yerine, mevcut akımın rüzgârına kapıldığını, tefekkür edemediğini dile getirerek, milliyetçiliği şeytanın, kendisini ateşten, insanın toprak yaratılmasını üstünlük olarak gören isyanı olarak tanımlamanın eksik olduğunu belirtti.
Modernleşme insanlığa tek tip bir hayatı dayatıyor…
Batı’da Kilise ile yaşanan gerilime dikkat çeken konuşmacı, Rönesans, reform ve aydınlanma süreçlerine atıf da bulunarak, ilahi ve metafiziksel olan her şeyin insan hayatından koparıldığını bir süreci yaşayan Batının, ilahi olanın yerine ‘bilimsel düşünce’ ve pozitivizme dayanan bir yaşam tarzını inşa ettiğine değindi. Uluslaşma süreci ve kilisenin sahadan çektirilmesi ile birlikte inşa edilen bu form tıpkı din gibi, insanı doğduğu andan itibaren kayıt altına alan, ona bir misyon yükleyen, ne için yaşaması, ne uğruna ölmesi, kim için tazimde bulunması, hangi zemine kutsal demesi gerektiğini öğreten bir paradigmayı ifade ettiğini söyledi. Bu modern batı tarihini ve inşa edilen ulus gerçeğini bilmeden ve tanımadan doğru duruş, düşünce ve mücadelenin mümkün olmadığını belirtti. Bu anlamda “en hakiki mürşit ilimdir” sözünü, Müslümanları Kuran’ın ilk emri “oku” ile irtibatlandırmasını yanlış olduğunu, burada bahsedilen ilmin gaybi olan tüm alanı yok sayan, pozitif ve seküler bir bilgiyi ifade ettiğini söyledi.
Din insanı karanlıktan aydınlığa çıkarır…
Ulus devletlerin inşası sürecinde modern bir kurgu olarak yeni kutsal kavramlar ve semboller icat edildiğini belirterek, her ulusun kendine ait kutsal kavramları ve sembolleri olduğunu ve oysa Müslümanlar olarak kutsal olanın sadece Allah olduğunu hatırlattı. Din insanı karanlıktan aydınlığa çıkarır. Bu anlamıyla Müslüman; kendisiyle ve çevresiyle uyum, selamet içinde olandır. Çünkü; o varlık âlemiyle kavgalı olamaz. Varlık âleminin bir parçası olduğunun bilincindedir. Dünya hayatının geçici olduğunu da bilir. Ancak; bugün Müslümanlar bu mutmainlik halinden uzaktırlar, bunun sebebi ise zaaflı yaklaşımlarımız ve kendi bilincimizden yoksun olmamızdır.
Siyasal-sosyal gelişmelerin ele alınış biçiminin bizim kulluk bilincimizle ve şahitlik görevimizle uyumlu bir içerik taşıması gerektiğini, aşırı sevgi veya nefretin hakikatin önünde en büyük engel olduğunu hatırlatarak, iktidarın iyi ve doğru yaptığını desteklemek doğal bir durumken, sistemi tamamen sahiplenmenin yanlış bir davranış olacağını belirterek sözlerini tamamladı.
Program soru cevap ve karşılıklı görüş alış verişlerinin ardından sonra erdi.