Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Aşina yabancılıklar
Az önce kurduğu bir cümleyi, sanki bir önceki gün de aynı şekilde kurmuş gibi bir hisse kapıldı birden. Daha önceki gün müydü yoksa? Belki birden fazla günde kurmuştu bu cümleyi, aynı kelimelerle. Ya karşısındakinin onun sözlerine mukabele etmek üzere ardı ardına dizdiği kelimeler... Hafızasında dünden, önceki günden, daha önceki günden bir yankısı yok mu bu kelimelerin? Bugün olan şeylerin dün olanlardan, ondan önceki günlerde olanlardan bir farkı var mı? Her günün içine ondan önceki günlerin içine doldurduğu şeyleri mi doldurup duruyor insanlar? Galiba öyle, en azından herkesin içinde var böyle bir his! Yani günler birbirini tekrar mı ediyor, o meşhur filmdeki gibi? Ya da insanlar, hep aynı insanı mı yaşıyor her gün? Hayat, kendini sürekli tekrar eden bir kör döngüye mi dönüştü biz farkında olmadan? Öyle mi oldu gerçekten? Ve ben, bu soruyu dün de aynı şekilde sormamış mıydım kendime içimden?
Chuck Palahniuk’un ‘Tıkanma’ isimli kitabından aşina yabancılığımıza dair enteresan bir parantez: “Deja vu’nun bir de tersi vardır. Buna “Jamais vu’ denir. Sürekli aynı insanlarla karşılaşıp aynı yerlere gidersiniz, ama her seferinde ilk kez olmuş gibi hissedersiniz. Herkes her zaman yabancıdır. Hiçbir şey tanıdık gelmez.”
Her sabah bir önceki günün aynısı olan bir günün içine uyanıyorsun. Gözlerini diktiğin hep aynı tavan, mahmur gözlerle baktığın ayna hep aynı ayna... Bu kayısı reçelini dün de yememiş miydin, şu iki dilim peynir aynı şekilde uçlarından sararmaya başlamamış mıydı? Gazetede dünkünden daha iyimser olmayan karanlık haberler... Televizyonlardan geçen şu moral bozucu ve bayat altyazıları daha kaç milyon kere okuyacağız? Aynı ev, aynı sokak, aynı cadde, aynı meydan... Aynı ruhsuz metro, aynı sıkışık otobüsler, aynı sıkıcı yaya kaldırımları, kırmızı ışıklar... Aynı uğultu, aynı sinirini atamamış suretler, solgun gölgeler, güne beş sıfır mağlup başlamış yüzler...
Birbirinin aynısı mesai saatleri, dipsiz koridorlar, önemsiz karaltılar, aydınlatmayan pencereler, yerleşik rutubet, uçuşan toz zerreleri, gelen evrak, giden evrak, sıra numarası, mühür, kaşe, imza... Zamanın kendini eksiltme konusundaki baş döndürücü hızına karşı, akrebin ve yelkovanın mesai saatlerinin sonunu getirmeme noktasındaki ısrarlı yavaşlığı... Beklenen bir başkalık da yok oysa... Gelen aynı puslu akşam, aynı kalabalık yollar, aynı bezdirici uğultu, aynı yorgun, sinirli, kırılgan yüzler... Çöktüğümüz bir koltukta, neredeyse hiçbir hayat belirtisi göstermeden tükettiğimiz akşam, akşamlar... Günü geceye düğümleyen, bir o yana bir bu yana dönerek bitmesini beklediğimiz sıkıntılı saatler... Uyku, uzunca bir göz kırpması gibi sanki insanın. Ve sanki yarı baygın bir halde kendimizi bıraktığımız uykudan, yaşayıp geçtiğimizi sandığımız güne yeniden uyanacağız. Şaşırmaya, sıkılmaya, yılmaya, itiraz etmeye mecal dahi bulamadan...
Yıllardır sahneden inmeyen bir oyunu oynayan oyuncular gibiyiz. Replikleri o kadar çok tekrar etmişiz ki, artık onları kendi sözlerimiz sanıyoruz. O sözlerde ifade bulan duygular sanki bizim duygularımız olmuş. Gece perde iniyormuş gibi geliyor sanki hayatımıza. Ve gün, perde açılınca başlıyor sanki. Sürekli koşuşturuyoruz o sahnede ama daha önce olmadığımız hiçbir yere varamıyoruz. Yalama olmuş bir cıvata gibi boşa dönüyor, takılan bir plak gibi hep aynı nakaratı aynı ses tonuyla tekrar edip duruyoruz.
“Bizim uyandığımız güne söyleyecek yeni bir sözümüz olmayınca” dedi beyaz saçlı adam, “günlerin de bize söyleyecek yeni bir şeyi olmuyor!”