Hayrettin Karaman’ın, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan yazısı (02 Ağustos 2020) şöyle:
Kurban ve Bayramı
Din bir tanedir, onu Allah bildirir ve kendisi murad etmedikçe kimse tarafından değiştirilemez. Kendisi değiştirmeyi istediğinde bunu, yeni bir peygamber göndererek yapar. Son Peygamber Muhammed Mustafa’dan (s.a.) sonra peygamber gelmeyeceği bildirilmiştir.
Değişen insan hayatı ile değişmeyen din arasındaki ilişki (değişmeyen ile değişen arasındaki devamlı ve dinamik uyum) nasıl sağlanacaktır?
Bu sorunun cevabı yine Allah tarafından (ayet ve hadis şeklindeki vahiylerle) açıklanmıştır. Çok kısa olarak ifade etmek gerekirse insan hayatında değişmeye açık olan alanlar “vahye bağlı değişmez naslar”la doldurulmamış, genel ve özel açıklamalar getiren vahiy (vahyedilen naslar) örnek alınarak âlimler tarafından belirlenmeye, hem Allah’ın razı olacağı, hem de insanoğlunun değişen hayatını ve ihtiyaçlarını karşılayan davranış kuralının keşfedilmesine bırakılmıştır. Bunun dışında bir de fayda-zarar ilkesi ile zaruret ilkesi vardır; bu ilkelere göre de naslarla doldurulmuş alandaki daralmalar giderilebilir.
Yukarıda kısaca değişmeyen din ile değişen dindarlık ve buna bağlı olarak farklı dindarlıkların yan yana, birbirine zarar vermeden, ikincisi birincisine bağlı kalarak var olabileceklerini ifade etmiş olduk.
Bayramların dinî tarafı, o günlerde yapılacak ferdî ve içtimâî ibadetler, dince gerekli görülmüş veya tavsiye edilmiş davranışlardır. Bu dînî kısmın, sınırları çizilmemiş, şekilleri belirlenmemiş yönlerine gelince burada dindarların yerel kültürleri; eğitimleri, örf ve âdetleri, zevkleri, ihtiyaçları devreye girer; böyle olunca da farklılıklar ortaya çıkar. Bırakın koca İslâm dünyasını, bir ülkenin çeşitli bölgelerinde bile farklı bayram âdetleri ve merasimleri (kültürü) görülmektedir. Kaldı ki, şimdi Müslümanların bayram yaptıkları coğrafyayı Müslüman ülkeleriyle sınırlamak da mümkün değildir, İslâmî bayramlar da bir manada küreselleşmiştir; yerkürenin her yerinde Müslümanlar vardır ve bayram yapmaktadırlar.
Ezanımız, camimiz, minaremiz, selamlaşmamız, günlük dildeki dinî motiflerimiz, giderek kısmen bozulsa bile kılık-kıyafetimiz, bayramlarımız, âdâb-ı muâşeretimiz (görgü kurallarımız)...Müslümanlar olarak bizim alâmet-i fârikamızdır (bizi başka din ve kültür mensuplarından ayıran işaretlerimiz, nişanlarımız, şiarlarımız, sembollerimizdir). Bugün bu nişanlarımızı korumak dünkünden daha önemli hâle gelmiştir; çünkü artık topluluğumuz çoğulcudur, fiilen çok kültürlüdür, çok inançlıdır; bu çoklar yedi renk gibi ayrışmış, birbiri ile alakalarını asgariye indirmiştir; artık bu renklerin birleşerek bir aydınlık, bir aydınlatıcı ışık olması şöyle dursun, bazılarının çok severek kullandıkları ‘mozaik’ bile oluşturmaktan uzaktır. Bütüne, tek’e, çokluk içinde birliğe yönelik etkili bir düşünce, bir çaba, bir yöneliş mevcut değildir. Milli eğitim politikası toplumun harcı olacak unsurdan mahrumdur. Tevhîd-i tedrîsât, ideolojilerden bir ideolojiyi millete dayatmış, topluluğun tarihinden gelen ve onu bütünleştiren unsurları görmezden gelmiş, hatta zaman içinde yok etmeyi hedeflemiştir. Bir’e inanmak, birlik olmak, birleştirmek amacı yönünden en uygunsuz, en fakir, en cılız, en yalınkat, bir “harcı” yani ulusçuluğu, bütünleştirici olsun diye ileri sürmeyi, devreye sokmayı tercih etmiştir.
Her şeye rağmen insanımızda hâlâ varlığını sürdüren, ama Cumhuriyet ideolojisinin dışladığı, hatta zaman zaman düşman ilân ettiği değerlerimiz olmasa bu millet ne ile ayakta durur, niçin yaşar, niçin ölür, niçin itaat veya isyan eder, niçin sever veya nefret eder... soruları cevapsız kalmaktadır; şöyle de denebilir: Bu sorular karşısında verilecek cevaplar neredeyse bireylerin sayısınca olacaktır.
İşte böyle bir kültür ve eğitim ortamında vazgeçilmez değerleri olanların üzerine titremeleri gereken bir unsur da inanç (din, iman) nişanlarıdır. Onlar manaları, muhtevaları, içte ve derinde olanları muhafaza eden zarflardır, siperlerdir, zırhlardır; işleri ve işlevleri yalnızca korumaktan ibaret de değildir, onlar aynı zamanda telkin eder, talim eder, terbiye eder.
Sözü fazla uzatmadan şiarlarımızdan biri olan Kurban Bayramı’na gelelim.
Bu bayramda kurban keseriz, bayram sabahı bayram namazı kılarız, Arafe günü sabah namazından sonra başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazı sonuna kadar devam etmek üzere “teşrik tekbirleri” okuruz (Allah’ın varlığını, birliğini, ululuğunu dile getirir, O’na hamdederiz), yoksullara, yakınlara kurban eti dağıtırız, ölü (mezarlarda) ve diri (evlerde) yakınlarımızı ziyaret ederiz, halleşir, dertleşir, hasret giderir, mahabbeti artırırız. Günümüzde haberleşme imkânları geliştiği için ziyarete gidemediğimiz yakınlarımızı telefon vb. vasıtalarla arar, hal-hatır sorar, bayramlarını tebrik ederiz…
Bayramda yapılan bu ibadetler ve merasimlerin dindeki yeri (hükmü; farz mı, vacib mi, sünnet mi olduğu) tartışılıyor. Asıl sorulması gereken soru şudur: Bunlar terk edilirse ne olur, neleri kaybetmiş oluruz? Bence en önemlisi bir şiarımızı kaybetmiş oluruz; “Şiarı kaybetmek caiz midir ve neye mal olur?”, soru böyle sorulmalıdır.
Kurban Bayramı’nda kurban kesmenin bazı mezheplerde vâcip, bazılarında sünnet olduğunu söyleyenler, önce şu soruya cevap vermelidirler: Meselâ kurbana sünnet diyen Şâfiî mezhebini örnek olarak alalım: Şâfiîlere göre sünnet ve vâcip olan ibadetler var da kurban bunlar içinde sünnet ibadetlere mi giriyor? Bu sorunun cevabı “Hayır”dır. Şâfiîlerde, “farz ile sünnet arasında yer alan” bir vâcip kavramı yoktur; onlara göre ibadetler ya sünnettir ya da vâcip (yani farz)dır; onlara göre vacip ile farz aynı manada kullanılır. Şâfiîlerde, Hanefîlerde olan manasında bir vâcip olmadığı için onlar kurbana sünnet demişlerdir; başka bir deyişle sünnet demeselerdi farz diyeceklerdi. Kafanız karıştı ise daha açık ifade edeyim: Hiçbir İslâm mezhebinde kurban, terk edilmesinde sakınca bulunmayan, yapılması da fazla önemli olmayan bir ibadet değildir; kurban önemli bir ibadettir, Hz. Peygamber (s.a.) buna önem vermiş ve hayatı boyunca yerine getirmiştir.
Bir Müslüman gerekli ve meşru olmadıkça otu bile koparmaz. Gerekli ve meşru olunca insanı bile öldürür; mesela savaşta düşman öldürülür ve düşman bir insandır. Kurban kesmek, başka hikmetleri yanında işte bu şuur ve teslimiyetin de sembolüdür, eğitimidir. Canı veren de alan da Allah’tır, “Benim için şu yaşta şu şekilde kurban olun” deseydi, ölme ihtimaline rağmen O’nun rızası için cihat eden kullar o emri de yerine getirirlerdi. Hz. İbrahim’in gördüğü rüyayı böyle yorumlaması sebebiyle oğlunu kurban etmeye kalkıştığını biliyoruz, ama rahmetiyle de en üstün olan Allah Teâlâ kullarından değil canlarına kıymayı, burunlarını kanatmalarını bile istemiyor ve “zaten yemek için kestiğiniz hayvanları bu defa bana ibadet niyetiyle kesin de bu sizin, isteseydim bana kurban bile olabileceğinizin sembolü olsun” demiş oluyor.
Bu şekilde bir Kurban Bayramı gönüllerdeki etkisi günlerce devam edecek bir şenlik, bir güzel ilişkiler, duygular ve davranışlar yumağı oluyor. Müslümanlar arasındaki muhabbet, dayanışma, kardeşlik, aidiyet... duyguları güçleniyor, din ile dindar arasındaki izdivaç pekişiyor, aktivite kazanıyor. Kurbanın ve bayramın dini hükmü üzerinde dururken meseleye bu geniş çerçeveden bakmakta fayda var. Küçük büyük demeden şiarlarımızı koruyalım, yoksa bu toz-duman içinde her şeyimizi kaybedebiliriz.
Nice bayramları; sağlık ve selâmet içinde, ebedî mutluluk yolculuğunun birer güzel merhalesi olarak idrak ederiz inşâallah!