Asıl ölçü, o korkunç karara karşı tavırdır!

Alper Görmüş

Hrant Dink’in bir “nefret nesnesi” haline getirilmesi sürecinin, Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğu haberinin Agos’tan iki hafta sonra Hürriyet’te yayımlanmasıyla başladığını söylemek yanlış olmaz. Fakat hepimiz biliyoruz ki böyle bir haber, böyle bir amaç uğruna çalışanlar bakımından uygun bir araç olsa da, “Hrant Dink’i ortadan kaldırma bilinci” yaratmaya yetecek kadar güçlü değildir.

Bu haberin etkisini abartıp Hürriyet’i ve gazetenin o dönemdeki genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ü suçlamak, ona gollük bir pas vermekten başka bir anlama gelmez. Nitekim Özkök bu pası çok iyi değerlendirdi ve “Duyduk duymadık demeyin, katil benim” başlıklı yazısıyla (20 ocak) golünü de attı!

Özkök’ün yazdığına göre bu haberin Agos’tan sonra Hürriyet’te yayımlanmasını bizzat Hrant Dink istemişti. Hatta, onun isteği üzerine gazete Pars Tuğlacı ile görüşmüş, Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğunu o da doğrulamıştı.

Hrant Dink’in böyle bir haberin Hürriyet’te yayımlanmasını istemesi bana gayet makul geliyor. Çünkü, Anadolu’da daha on binlerce “Sabiha Gökçen” olduğuna inanan biriydi o ve son yıllarında bu insanların hikâyelerinin peşine düşmüştü. Böyle bir gazeteciliğin, iki halkın dostluğuna hizmet edeceğini düşünüyordu. Haberin Hürriyet’te yayımlanmasının ardından gelen Genelkurmay açıklaması ve bazı “apoletli” gazetecilerin askerlerle aynı dalga boyunda tepki vermelerinden sonra, ilk düşüncesinin biraz fazla iyimser olduğunu düşünmüş müdür, bilmiyorum.

Bana sorarsanız ne Hrant Dink ne de Hürriyet gazetesi ve Ertuğrul Özkök, bu haberin Genelkurmay açıklamasına varacak bir sonuç üreteceğini düşünüyordu. Nitekim Hatta Oktay Ekşi, Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olmasında ne gibi bir fenalık olduğunu anlayamadığını söyleyerek Genelkurmay’ı eleştirmişti de...

“Cinayet öncesindeki eylemler”


Dediğim gibi, asıl mesele o değil... Asıl mesele, “Türk’ün kanının zehirli olduğunu söyledi ve Türklüğe hakaret etti” diyerek Hrant Dink’i 301. maddeden mahkûm eden mahkeme ve Yargıtay kararlarıydı.

Fethiye Çetin, Taraf’tan Tuğba Tekerek’e verdiği söyleşide “cinayet öncesindeki eylemler”den söz ediyor, Tekerek’in bunu açmasını istediğinde de şöyle diyordu:

“Bu profesyonel planın bir hazırlık aşaması var. Hazırlık sürecindeki bütün eylemler incelenmeli. Dink’in hedef gösterilmesi, aleyhinde kamuoyu oluşturulması, bir nefret nesnesi haline getirilmesi, medyadaki haberler...

Sürecin bir de yargı boyutu var. (...) Tüm bunlar bu sürecin son derece örgütlü bir şekilde hazırlandığını gösteriyor.”

Ne kadar can alıcı bir değerlendirme! Ben de aynen böyle düşünüyorum. Hrant Dink’in o meşhur yazısındaki o tek cümleyi bütün bağlamından kopartarak “Türk’ün kanının zehirli olduğunu söyledi” sonucuna varmak ancak ve ancak bir eylemci kararlılığıyla mümkündür.

Hrant Dink için adalet arayışı her şeyden önce “adalet”in kararından başlatılmalıdır. O korkunç karar nasıl alındı ve o yargı hükmü hangi araçlarla (medyanın rolü) Ogün Samastların beynine boca edildi?

Adalet mekanizmasının ve medyanın “cinayet öncesindeki eylemler”deki rollerini tam olarak ortaya koyamazsak, ne yargının iki yılı aşkın bir süredir devam eden cinayet davasındaki isteksizliğini anlamlandırabiliriz ne de medyanın yargı üzerinde baskıda bulunma isteksizliğini...

O mahkeme kararında kim, ne yaptı


Bir yazar düşünün, sekiz hafta sürmesini planladığı uzun yazısının ilk beş bölümünde, her fırsatta ifade ettiği “Ermenilerdeki, özellikle Diaspora’daki Ermenilerdeki Türk algısının ve düşmanlığının Ermeni kimliği üzerindeki olumsuz etkisini anlatsın, bunun “zehirli” bir etki olduğunu ve mutlaka kurtulunması gerektiğini söylesin... İlaveten, bağımsız bir Ermenistan’ın bulunmadığı koşullarda (yani 1991’den önce) bunun mümkün olmayabileceğini, fakat şimdi onun verdiği manevi güçle, bilhassa da Diaspora’daki Ermenilerin Ermenistan’la ilişki kurması sayesinde Ermenilerin bu zehirli duygudan (Türk düşmanlığı) kurtulmasının mümkün olduğunu anlatsın. Ve yazısının beşinci bölümünü (ki başlığı “‘Türk’ten kurtulmak”tır) şu satırlarla bitirsin:

“Ermeni kimliğinin ‘Türk’ten kurtuluşunun yolu gayet basittir: ‘Türk’le uğraşmamak... Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır: Gayrı Ermenistan’la uğraşmak.”

Ve yazının altıncı bölümü... Diyelim ilk beş bölümü okumadınız ve şu satırlarla başlayan bir yazı çıktı karşınızda:

“‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur.”

Böyle bir cümleyle karşılaşsanız “Türklerin kanının zehirli olduğunu” söyleyen bir Ermeni ırkçısıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünüp ürperebilirsiniz... Fakat ilk beş bölümü okuyup da bu cümleyle “Türklerin kanı”nın değil, tam tersine “Ermeni kimliğindeki Türk algısının zehirli olduğunun” kast edildiği sonucunu çıkarmamak mümkün müdür?

Hrant Dink, işte en çok buna çıldırıyordu. Dink’in katledilmesinden bir hafta sonra Nokta’nın kapağını bu akıl, mantık, vicdan dışı karara ayırmıştık. Üç dil uzmanına, o yazılardan ve o cümleden mahkemenin ve Yargıtay’ın nasıl o sonucu çıkardığını, o yazılar nasıl yorumlanırsa böyle bir sonucun çıkartılabileceğini sormuştuk. Üçü de, ne yapılsa ne edilse o sonucun çıkartılamayacağını anlatmışlardı dergi için kaleme aldıkları yazılarında...

Hürriyet
isteseydi...


Ben hep şöyle düşündüm: Eğer Hürriyet isteseydi, o yazılardan asla öyle bir sonuç çıkartılamayacağı hususunda kamuoyunu ikna edebilir ve Hrant Dink’in “nefret nesnesi” haline getirilmesini engelleyebilirdi.

Başka bir gazetenin gücü yetmeyebilirdi buna, fakat Hürriyet yapabilirdi.

Ne var ki Hürriyet gücünü, bunun tam tersinden sonuç doğuracak bir tarzda kullandı. En etkili yazarı olan Emin Çölaşan, o sekiz yazıdan sadece altıncısının yukarıda alıntıladığım ilk iki cümlesini yayımladı ve işi bitirdi:

“Ülkemizde fikir ve ifade özgürlüğü gelişiyor, AB yolunda hızla ilerliyoruz! Her şey serbest, her şey özgür! İmam nikâhından Arapça yazıya, Türk’ün zehirli kanına kadar...”

Nasıl Sabiha Gökçen yazısı Hürriyet’te yayımlandıktan sonra sanki küfürlü bir içeriğe sahipmiş gibi algılandıysa (burada Ertuğrul Özkök’e hitap etmek istiyorum: Sayın Özkök, sizin Sabiha Gökçen haberinizin Agos’taki masum içerikli haberden hiçbir farkı yoktu, fakat sizin gazetede Agos’taki gibi durmadı, bambaşka bir içeriğe bürünüverdi, sizin asıl büyük başarınız burada işte), Çölaşan’ın sekiz yazının birinden cımbızla çektiği o iki cümle de aynı şekilde algılandı.

Çölaşan’ın Hürriyet’ten atılmasından sonra yazdığı kitaptan öğrendik; Özkök, birçok yazısına müdahale etmiş, ya değiştirtmiş ya hiç kullanmamış... Fakat görüyorsunuz, burada herhangi bir müdahaleye gerek görmemiş.

Yine de Özkök’ün hakkını yemeyelim, bir başyazar (Güngör Mengi, Vatan) ondan daha cevval çıkmış ve şöyle yazabilmişti:

“‘Eğer hakaret etmediğimi bu topluma inandıramazsam, bu ülkeyi terk ederim’ demiş. Bu kadar lafa ne gerek var? Önce maksadını aşan bir yoruma sebebiyet verdiği için vatandaşlarından özür dilesin Hrant Dink. Bavulunu toplamaya sonra karar versin. Belki gerek kalmaz!”

Daha “aşağılama” davası başlamadan Hrant Dink’e böylesi alaycı-aşağılayıcı köşe-mektuplar gönderen Mengi, bakın cinayetten sonra ne yazdı:

“(...) Oysa Dink Türklüğü tahkir ve tezyif suçu işlemediğini, hedefinin dışarıdaki Ermeniler olduğunu, onları hedef alarak ‘Türk saplantısı kanınızı zehirliyor’ uyarısı yaptığını söylüyordu. Bu sözlerine inanan oldu, inanmayan oldu. Ama samimi olduğunu kanıtlayan 1 Kasım 2004 tarihli yazısını bulup yeniden okumak ancak o uğursuz cinayetten sonra aklımıza geldi.”

O mahkeme kararını hallaç pamuğu gibi atmak, hakikatin ve adaletin peşinde gitme iddiası taşıyan bir medyanın birinci görevi olmalıydı. Fakat kâh vicdansızlıktan kâh düşünce ve pratik tembelliğinden bunu yapmadık, yapamadık.

“Biz” diyorum evet, çünkü kabul etmeliyiz ki Hrant Dink’i samimiyetle seven ve onun düşmanlaştırılmasına samimiyetle direnenler de o mahkeme kararının önemini ve anlamını doğru bir biçimde analiz edemediler ve teşhir edilmesi için gerekli çabayı göstermediler.

Hrant Dink’in “kırmızı pazartesi”sini başlatan şeyin o karar olduğunun bugün dahi hak ettiği güçle vurgulanmamasında bu vicdan yükünün payı olabilir mi acaba?

TARAF