Reyhanlı saldırısı sonrası meydana gelen hadiseler ibretâmizdi. Türkiye’nin hedef seçilmesinden Suriyeli mültecilerin sorumlu tutulması, halkın mağdur misafirlere karşı kışkırtılması ve bize sığınmış kardeşlerimizin linç edilmeye çalışılması, unutulmaması gereken organizeli bir hareketti. Etkili tedbirler alınmazsa bu tarz kışkırtmalar devam edecek..
Türkiye’nin Suriye’de halk ayaklanmasını desteklediği için bir bedel ödediği doğrudur. Ama bedel tek taraflı ödenmemektedir, aksine asıl bedeli Suriye halkı ödemektedir.
Bu bedeli evvelemirde özgür ve âdil bir Suriye inşa etmek istedikleri için ödemekteler. Lâkin bir yerden sonra da bu bedeli yükselen Türkiye uğruna ödetmekteler. Bu gerçeği ısrarla gözlerden kaçıranlar var. Bunu anlamak için son on yılda Türkiye’nin bölgesel ve küresel çapta nüfuzunun artmasına, ülke içinde gerçekleştirdiği siyasi ve ictimaî vizyon değişikliğine bakmak gerekir.
AK Parti iktidara gelince ülkenin ve bölgenin maslahatlarına uygun Doğu ve Batı arasında dengeli bir dış siyaset izlemeye başladı. Pörsümüş reddi miras siyasetine son verdi. Ülkeyi yönetenler bölgesel ve küresel denklemde biz de varız dediler. Bu yeni süreci kodlama amaçlı “Yeni Osmanlıcılık” tartışmaları başlatıldı.
Türkiye’nin izlediği yeni siyasetten sadece Batı rahatsız değildi, bölgedeki diktatör Arap liderleri ve İran da rahatsızdı. Özellikle de İran. “Yeni Osmanlıcılık” diye yaftalanan gelişmelerden hazzetmediği için inceden inceye bundan vazgeçilmesi gerektiğinin mesajlarını gönderdi. İran medyası Batı’dakine paralel Yeni Osmanlıcılık aleyhine propagandalar yapmaya başladı.
“Yeni Safevîlik” siyaseti güden İran, Türkiye’nin biraz Osmanlı ruhuyla Ortadoğu’ya dönmesini bir tehdit olarak gördü. Mezhep taassubunu ulus devlet politikalarıyla harmanladığından bunu durdurmak üzere sahip olduğu güçlü araçları devreye soktu.
Tunus’la başlayan, Libya ve Mısır’la devam eden rejim değişiklikleri İhvan çizgisini iktidara taşımaya başlayınca malum çevreler ürkmeye başladılar. Türkiye’yi özellikle de coğrafî ve siyasi olarak bununla buluşturacak halka ise Suriye’deki rejim değişikliği olacaktı. Bunu büyük tehlike addedenler sürecin önüne geçeceklerdi.
Türkiye’nin Ortadoğu’da güçlenip oyun kurucu konumuna yükselmesi Batı’nın da kesinlikle istemediği ve kontrol altına almak istediği bir durumdu. Rusya ve Çin için de aynı şeyi söylemek mümkün.
Arap Baharı başladığında halk ayaklanmalarını destekleyen veya en azından direkt karşı çıkmayan bu güçler iktidarın kimin eline geçtiğini gördüklerinde tedirgin oldular ve Suriye ayaklanmasında hem bu ülkelerdeki değişimi kontrol altına almak hem de bunun diğer bölge ülkelerine yayılmasını engellemek üzere Suriye’nin tarumar edilmesinin önünü açtılar.
Suriye ile 910 km sınırı olan Türkiye bu zeminde tuzağa düşürülebilirdi. Mülteci akını, iç savaşın uzun zamana yayılması, bunun Türkiye’ye getireceği maddi bedel vs.; Türkiye’nin dış siyasetindeki yükselişini durdurmak, iç siyasetinde kutuplaşmalarını derinleştirmek ve böylece hükümeti düşürmek üzere bir araç olarak kullanılabilirdi. “Esed kalırsa Tayyip gider” formülü bunu anlatıyor zaten.
Yani yaşananların bir boyutunda Türkiye’nin bölgeye nüfuz etmesinin önüne geçmek yatmaktadır. İslâmî eğilimli muhalefet güçlerinin Suriye’de iktidara gelmesi ihtimali ve bunun Türkiye’yi Ortadoğu’da etkin bölge gücü konumuna yükseltmesinin bedeli Suriye halkına fatura edilmektedir.
YENİ AKİT