Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan'ın bölgesel ve küresel çaptaki faaliyetleri kamuoyunda tepki topluyor. Birçok kesim, iki ülkeyi "İslam düşmanlığı" ve Batı ile işbirliği yapmakla suçluyor. Ola Salem ve Hassan Hassan, Foreign Policy için "Arap rejimleri dünyanın en güçlü İslamofobikleri" başlıklı bir değerlendirme kaleme aldı. Mepa News haber sitesi bu analizi tercüme etti.
Ortadoğu iktidarları İslam karşıtlığında Batı’nın sağ kanadı ile ittifak kurdu.
2017 yılında kamuya açık bir panelde konuşan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Ziyad, Avrupa’daki İslamcılara karşı uyarıda bulundu.
“Bir gün gelecek, Avrupa’dan daha fazla aşırıcı ve terörist çıktığını göreceğiz. Çünkü kararsızlık ve politik doğruculuk hakim. Ayrıca Ortadoğu’yu, İslam’ı bildiklerini ve kendileri dışındakileri onlardan daha iyi tanıdıkları kibrine kapılıyorlar. Affedin, bu safi cehalet”
Mesaj gayet açık: Avrupalı liderler eğer onlara göre radikal aşırıcılık ve terörizm olan şeyleri insan hakları, düşünce özgürlüğü ve demokrasi adına tolere etmeye devam ederse ilerde yaygın bir İslami aşırıcılık problemi ile karşı karşıya kalacak.
Gözden kaçırılan bir trend
Bu açıklama, üzerinden iki sene geçmesine rağmen BAE’nin sosyal medyadaki önde gelen yüzü Hassan Sacvani tarafından farklı bir bağlamda tekrar dolaşıma sokuldu. Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki iki camide bir Avustralyalı beyaz ırkçı tarafından gerçekleştirilen ve 50 kişinin ölümüne yol açan saldırıdan sonra… Ailesinin BAE hükümeti ve Trump ailesi ile bağlantıları olan Sacvani korku tüccarlığı ve algı operasyonu içeren tweetleri ile Müslümanları hedef aldı ve adeta Christchurch saldırılarına ilham olabilecek ifadeler kullandı.
Bu genellikle gözden kaçırılan bir trendin örneği: Yurtiçi ve dışında muhaliflerine karşı yaptıkları kampanyalar ile Müslümanlara karşı nefreti artıran Müslüman ve Arap iktidarların suçluluğu. Baskıyı haklılaştırmak ve Batı kamuoyunu yatıştırmak yolunda, bazı rejimler ve destekçileri Batı’daki sağ gruplar ile İslam karşıtı bağnazlığın gelişmesi yolunda gayriresmi bir ittifak gerçekleştirdiler.
"Aşırıcılıkla mücadele"
Arap rejimleri, bir çoğu dini olmak üzere kendi yönetimlerine karşı yükselen muhalif damara karşı algı oluşturabilmek için think tank kuruluşları, akademik enstitüler ve lobi faaliyetlerine milyonlarca dolar harcıyor. “Aşırıcılıkla mücadele” bölgesel hükümetlerin iddiaları için uygun bir söylem oldu. Radikal cihat yanlıları ile mücadele ve İslamcı tehdidin ideolojik kökleri ile birlikte mücadele etme kararlılıkları ile Batı’dan sempati devşirdiler.
Yıllardır yapılan açıklamalara dayanarak, bölgedeki zorba rejimlerin Batı’daki aşırı sağ klikler ile İslamcı karşıtı ajandalarına hizmet eden bir ilişki geliştirdiğini keşfettik. İki tarafın politik amaçları yüzde yüz kesişmiyor: Batılı İslamofobi, Arap iktidarlarından daha şiddetli ve ezici olabilir. Ancak buna rağmen iki taraf da ortaklığı karlı buluyor. Arap propagandistler sözde politik doğruculuk ile teröre kapı aralayan ideolojilerin küçümsenmesi eğilimi arasında doğru orantı görüyor. Bu iddia Batılı muhafazakarların kendi görüşlerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir argüman. BAE Dışişleri Bakanı 2017’deki panelden bir ay önce FoxNews’e “Aşırılıktan bahsederken eşiğimiz oldukça düşük. Biz (teröre) teşvik ve finans sağlamayı kabul edemeyiz. Çoğu ülke terörü sadece silah taşımak ve insanları terörize etmekle eş değer görüyor. Bize göre terör bunun ötesinde.” demişti.
Terörizm kavramı: Baskıyı 'haklılaştıran' bir araç
Arap hükümetleri tarafından yürütülen bu tür kampanyalar, İslamcı tehdide dikkat çekilmesinden öteye geçiyor. Onlar genellikle tehdidi abartmak ve kendilerini Batılılar için vazgeçilemez bir alternatif olarak sunmak için korku taktiklerine itibar ederler. Böyle bir ortam bu rejimlere, muhaliflerini sorumsuzca sıkıştırma imkanı sağlıyor. “Terörizm” kavramı tüm bu baskıları haklılaştıran bir araç haline getirildi. Suudi Arabistan’da ateistler bile mevcut yasalar kapsamında “terörist” olarak tanımlanabiliyor.
Bu oyun on yıldan fazladır oynanıyor ancak son yıllarda durum şiddetlendi. Onlar dost kazanmak ve düşmanlarını etkilemek için etkili araçlar olduğunu kanıtladılar.
Ku Klux Klan ve Esed rejimi
Ku Klux Klan’ın eski lideri David Duke, 2005 yılında Şam’ı ziyaret ederek, Siyonizm ve emperyalizme karşı Suriye rejimi ile dayanışma açıklamış, kendi halkına karşı katliamlar gerçekleştirmesine rağmen rejim lideri Beşar el Esed’e olan desteğini sık sık belirtmişti. 2017 yılındaki bir tweetinde, “Esed modern bir kahramandır, halkını yıkmaya çalışan şeytani güçlere karşı ayakta duruyor. Tanrı seni kutsasın!” demişti. Benzer Esed dostu düşünceler Avrupa’daki sağ figürler tarafından da dillendirilmişti.
2015 yılı Ağustos’unda önemli ve etkili Dubaili iş adamı Muhammed el Habtur, BAE’de günlük İngilizce yayın yapan The National’da şaşırtıcı bir fikir yorum yazısı kaleme alarak tartışmalı başkan Donald Trump’a desteğini açıkladı ve Müslümanlara karşı kışkırtıcı düşüncelerine rağmen onu “uyanık bir iş zekasına sahip stratejist” olarak tanımladı. BAE hükümetine yakın Habtur’un desteği, bu hükümet yada ona yakın olan figürlerin Batı’da İslam karşıtı aktivistlerle ortaklık kurmaktan mutlu olduğunu gösteriyor. Habtur’a Trump’ın İslam karşıtı açıklamaları sorulduğunda, “Bunlar siyasi konuşmalar, konuşmak bedava” yorumunda bulunmuştu.
Suudi Arabistan ve Batı
Bu rejimler giderek daha fazla baskı ile yüz yüze kalırken, destek kazanmak için aşırılık ve terörizm korkusu pompalıyorlar. Örnek olarak; geçen yıldan sonra Yemen’deki kayıpların artması, kadın aktivistlerin mahkumiyeti, Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi üzerine Avrupa ülkelerinde Suudi Arabistan’a yönelik eleştiriler artarken Riyad yönetimi destek bulmak için Batılı sağcılara yanaştı. Bu girişimler arasında, Avrupa Parlamentosu’nun sağ kanadı ile görüşmek için Suudi kadınların yer aldığı bir delegasyonun gönderilmesi de var. Eldar Mamedov’a göre, Avrupa Parlamentosu’ndan bir sosyal demokrat danışmanın aktardığına göre Suudi Arabistan Brüksel’de sonradan ayrılık yaratan bir konu haline geldi, sol merkez güçler Suud hanedanlığına karşı bir karar için bastırırken, sağ kanat buna karşı çıktı.
2013 yılında Mısır’da gerçekleşen askeri darbe sonrası, Kahire’deki rejim ve onun bölgesel destekçileri –abartılı- “aşırıcılığın riskleri” argümanı ile kuşandılar ve General Abdulfettah es Sisi’yi yalnızca aşırılığa değil aynı zamanda İslami düşünceye karşı duran nüfuzlu bir adam olarak parlattılar. Sisi, 2015 yılındaki bir demecinde İslam’da reform ihtiyacını ve asırlık İslam geleneğini rafa kaldırma düşüncesini dillendirmiş, bu ifadeleri “İslam karşıtlığına bir referans” olarak Washington ve diğer başkentlerdeki savunucuları tarafından çokça alıntılanmıştı.
Muhammed bin Selman'ın yükselişi
Suudi veliaht Muhammed bin Selman’ın yükselişi de bölgesel hükümetler tarafından benzer şekilde tasarlandı. 2017 yılında sızdırılan bir e-mail’de BAE elçisi, bölgeden hala cihat yanlılarının çıkmaya devam etmesine yönelik bir şikayetle alakalı Amerika’ya verdiği cevapta bu propagandayı şöyle özetlemişti: “Bakın, bu ideolojinin problem olduğunu söyleyen ilk kişi ben olacağım ve onların problemi ile baş edilmesi gerekiyor. Fakat sonunda Suudilerde yönlendirilmeye istekli birini görüyoruz. Bu bizim için ilk.”2017 yılındaki Katar krizi, benzer şekilde BAE ve Suudilerin aşırıcılar ve onların finansörlerinin kökünü kazıma çabasının bir parçasını gösterdi. Bu girişim Riyad’a tarihi ziyaretini henüz yapmış Trump tarafından da onaylanmıştı.
Bu rejimler bilinçli bir propaganda ile, Batı’da yaşayan Suudi vatandaşı politik ve dini aktivistleri marjinalize ederek susturmaya çalışıyor. Bu kişilerin çoğu baskılardan kaçarak, demokrasilerde bir himaye aradılar. Onları dinci veya cihat yanlısı olarak etiketlemek rejim karşıtı duruşlarını itibarsızlaştırıyor. Güçlü Batılı Müslüman aktivist ve siyasetçilerin yükselişi, bu ülkeleri kendi iç istikrarları konusunda endişelendiriyor.
Yabancı ülkelerin önyargı döngüsünü ve yabancı düşmanlığını körüklemekteki rolü, acil olarak odaklanılması gereken bir mesele. Habtur’un Trump’ın İslam karşıtı sözlerine olan yorumuna karşın, konuşmak ucuz bir şey değil. Yeni Zelanda’daki olayların gösterdiği gibi konuşmak masum hayatların son bulmasına neden olabilir.