Yasin Aktay / Yeni Şafak
Arap Baharı’nda kimin kaybettiğini kim kazandı?
Bu yıl 30. yılına giren Tezkire Dergisi, 1991 yılında yayınlanan ilk sayısında misyonunu İslami düşüncedeki derinlik ve süreklilik sorununu dert edinmek olarak koymuştu. 30 yıldır dergi bazı kısa ve uzun sayılabilecek aralıklar verdiyse de 2014 yılından beri yayınına aralıksız devam ediyor ve gündemine aldığı konuları akademik format ve entelektüel bir seviyeden taviz vermeden enine boyuna tartışan yazılara yer veriyor.
DEVRİMİ SADECE BATILILAR MI YAPAR?
Maşallah Nar’ın editörlüğünü yaptığı son sayıda 10. yılını tamamlayan Arap Devrimleri sürecine dair ciddi sorular sorulduğunu söylemiştik. Ama sorulardan önce bir durum tespiti: Arap Baharı denilen sürecin başlamasında zannedildiği gibi İslamcılar belirleyici olmamıştı. Gerek Tunus’taki gerekse de Mısır, Libya ve Yemen’deki ayaklanmalarda önplanda İslamcılığın hiçbir klişe sloganı sözkonusu değildi. Hatta “ekmek, özgürlük ve onur” ile özetlenebilecek taleplere dayalı sloganları irdeleyen Batılı çevreler, bundan hareketle bu devrimlerin Batılı bir karaktere sahip olduğunu bile söylemişlerdi. Çünkü onlara göre hem “devrim” denilen toplumsal olaylar ancak Batı’da yaşanabilecek olaylardı hem de bu sloganlar özünde batılı sloganlardı.
Tabii bu yaklaşımda hem “devrim” hem de “İslamcı söyleme” dair ciddi bir indirgemeci klişeleştirme sorununun da ciddi bir payı vardı. İslamcı söylemlere ekmek, onur ve özgürlük taleplerinin yakıştırılamıyor olması İslam dünyasına ne kadar yabancı olunduğunun da işaretiydi. Hele devrimde internet üzerinden yaygınlaşan sosyal medya ağlarının etkisine dair söylenenler, neredeyse Devrim süreçlerine devrime bizzat, can vererek, kan dökerek, canla başla katılanların payını neredeyse sıfıra indiriyordu. Bu esmer derili, ilkel kabile toplumlarının kalıntıları kim oluyordu da devrim yapacaklardı? Süreçte devrim vardı ama devrimcileri dışarıdaydı.
DEVRİMİ İHVAN BAŞLATMADI AMA O TAMAMLADI
Bu işin bir yönü. Ama işin başka bir yanında da başka bir gerçek vardı. Mesela Mısır’da İhvan devrim sürecinin başlamasından itibaren uzun süre katılmakta tereddüt etti. Devrimi başlatan İhvan değildi ama yola çıkmış devrimi tamamlamak için İhvan’ın katılması şart görülüyordu. Çünkü Mısır’da veya diğer İslam ülkelerinin hepsinde toplumsal düzeyde mevcut sisteme alternatif en yaygın organik yapı onlara aitti. O yüzden devrime kitlesel katılım İhvan da sokaklara ininceye kadar salt protesto hareketi düzeyinde yetersiz kalıyordu.
İhvan başlarda ortaya koyduğu bu tereddütleri dolayısıyla şiddetli eleştirilere maruz kalıyordu. O günlerde izleyebildiğimiz kadarıyla İhvan neredeyse bir asra yaklaşan tecrübesiyle bu işin sonunu çok net göremiyordu.
Bu devrim sürecinin hem kendisine hem Mısır’a bir tuzak gizliyor olabileceğini açıkça dillendirenler vardı. Kendisinin başlatmamış olduğu, hesabını iyi yapamadığı bir sürece katılmakta sergilenen tereddütler İhvan’a orduyla işbirliği izlenimi bile veriyordu. Bir bakıma İhvan devrime son aşamada ve son sözü söyleyerek katılmış oldu.
Diğer ülkelerde de durum aslında farklı değildi. Orada da devrimleri İslamcılar başlatmış değildi, İslamcılar sürecin en önemli aktörü de değildi. Buna rağmen bilahare Arap Baharı’na açılan karşı-devrim süreçlerini başlatan savaş bir bakıma öncelikli olarak İslamcılığı hedef aldı. Çünkü İslamcılar toplumsal değişimin merkezindeydiler. Ekonomik ve sosyal adalet taleplerini ifade eden ve toplumda sivil toplum ve dayanışma düzeyinde en örgütlü yapıya sahip olarak devlete karşı demokratik değişimin pasif de olsalar en doğal aktörleri idiler. Dolayısıyla Arap Devrimlerinin fiili taşıyıcısı haline gelmeleri mukadderdi.
Neticede otokratik rejimlerin işbirlikçisi olan Selefi meşrep olanları saymasak, ki onların zaten demokrasiyle araları hiçbir zaman hoş olmadı, İslamcıların birincil talepleri demokrasi ve özgürlüklerdi. O yüzden Arap Baharı’na karşı karşı-devrim müdahalelerinin görünür hedefi İslamcılar idiyse de özünde demokrasinin kendisiydi. İhvan veya İslamcılık korkusu bizatihi demokrasi korkusudur.
Tunus’ta demokratik süreçle seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın siyasal partilerin ihtilafları yüzünden sorunları çözemediğinden hareketle doğrudan demokrasiyi hedeflemesi ve parlamentoyu askıya alması bu anlayışın basit bir ifadesi sadece.
Arap Baharı’nda darbelerle devrilen İslamcılara bir de başarısızlık atfetmek, aslında darbecileri ve otokratik rejimleri aklamaktan başka bir anlama gelmiyor. Belki bir mücadeleyi gerekirse her türlü entrikayı çevirerek, darbeler ve katliamlar yaparak kazanmak ve iktidarı ne pahasına olursa olsun ele geçirmiş olmak bir başarı sayılabilirdi.
İSLAMCILARIN BAŞARISIZLIĞININ ANLAMI
İslamcılar bu yolla iktidara gelmiş olsalar ve iktidarı elde tutmuş olsalar başarılı mı sayılmış olacaklardı? İslamcı iddiaları ve tarz-ı siyaseti kaybederek, hatta yok ederek elde edilmiş bir İslamcı başarı olabilir miydi? Başka bir soru da şudur: darbelerle devrilerek başarısızlığını gösteren İslamcılığa karşı kimin başarısından bahsedebiliriz?
İslamcıları iddialarıyla, projeleriyle, halkçılıklarıyla yenemeyen darbeciler, katliamlarıyla, darbeleri ve acımasız diktatörlükleriyle yendiler. Şimdi onların yönettiği ülkelerde nasıl bir başarıdan söz edilebiliyor? Birer iç-savaş alanı veya açık hapishaneye dönmüş, ekonomisi berbat, insanlık onurunu ayaklar altına almış rejimler başarılı mı sayılıyor?
Bu nasıl bir ölçme ve değerlendirme?
Tezkire’nin bu sayısında Berker Yaldız, “Suriye’de Arap Baharını Anlamlandırmak: “Kurumsallaşmış Sosyal Bölünme” ve Devlet Dışı Silahlı Aktörlerin Yükselişi” Ayşe Nur Leblebicier, “Arap Baharının Kadınları: Mısır ve Yemen”, Hamdullah Baycar ve Emrullah Atar, “İngiltere’nin Pragmatik Arap Baharı Politikası: Bahreyn Vaka Analizi” Hamza Yurteri ve Ömer Faruk Uğurlu, “İslamcılığın Değişen Teopolitik Söylemi: Arap Baharı Sürecinde Raşid El-Gannuşi”, Ufuk Necat Taşçı, “Batı’nın Başarısız Libya İmtihanı: Seküler Bir Askeri Diktatörü Proxy’den Surrogate’e Evriltmek” Salman Sayyid de Serra Tuğba Genç’in çevirdiği “İslâm Devleti” Sonrası Siyasal İslâm” başlıklı makaleleriyle yer alıyor. Aynı zamanda son zamanlarda “İlk Bahar” isimli kitabıyla siyere yeni bir yaklaşım getiren Arap dünyasının en iyi entelektüellerinden Wadah Khanfar ile de güzel bir mülakat yer alıyor.