Sol siyasetler genellikle evrenselci olduklarını iddia ederler. Gerçekten de, hele bugünün küreselleşen dünyasında, evrensel normları benimsemeden veya evrenselleşebilen normlar yaratamadan ‘sol’ olmak mümkün değil. Çünkü ‘sol’, en basit tarifle varolan düzeni hakkaniyet ve eşitlik yönünde değiştirmek isteyen siyasetin adı. Değişim ise, değiştirmek istediğiniz ‘şeyin’ zamansal ve mekânsal niteliğini gözardı ederek yapılamıyor. Dolayısıyla bugün ‘solcu’ olmak isteyenlerin, aynen 19. yüzyıldaki gibi, epeyce evrenselci olması gerekiyor.
Ne var ki aynı sol siyasetler, neredeyse dünyanın her yerinde yerele takılıp kalmış durumda. Genel söylem evrenselci olmaya devam ederken, somut meseleler tartışıldığında bu ilkeler bir anda modernist ve pozitivist bir içe kapanma ile ‘kimliksel duruşa’ indirgeniyor. Öyle ki sol söylem artık bir ‘siyasetin’ değil, ‘solcu’ olmanın alâmetifarikası haline geliyor. Kısacası sol ideoloji garip bir biçimde kimliksel duruşun, cemaat oluşturmanın aracı olarak kullanılıyor. Özellikle Türkiye’de solcuların konuşmalarının özü giderek normatifleşiyor... Diğer bir deyişle solcular somut sorunlardan, yaşamdan söz etmekten kaçınmıyorlar, ama bu alanı ‘kategorik temizlemeye’ tabi tutarak konuşuyorlar. Meselelerin karmaşıklığı, çok yönlülüğü, iç kırılmaları onları pek ilgilendirmiyor. Bunun yerine meselenin tümünü kuşatan, karşı çıkılması mümkün olmayan normatif bir dile sığınıyorlar. Çözümün daha fazla özgürlük, eşitlik, adalet getirerek sağlanacağı türünden basmakalıp önermelerin, sorunun içindeki insanlara gerçekten de anlamlı gelebileceği gibi gerçekdışı bir varsayımla yola çıkıyorlar. Oysa sorunun içinde yaşayanlar, meselenin giriftliğinin, iç hiyerarşisinin, iktidar alanlarının farkındalar. Normatif ‘iyilerin’ kullanım değerinin çoğu zaman ‘yozlaşma’ biçiminde tezahür edebileceğini yaşayarak öğrenmiş durumdalar. Dolayısıyla da solcular ve sol söylem toplumun kulağına bir iyi niyet veya saflık olarak yansıyor, ama çözüm yönünde bir inandırıcılık sağlamıyor.
Bu değerlendirme farklı solcuların olduğu gerçeğini ortadan kaldırmasa da, solun ‘siyasete’ dönüştüğü her noktada niçin daralan ve tıkanan bir duruşa mahkûm olunduğunu söylüyor. Söz konusu tıkanmada temel etkenlerden biri ise, bizzat kimlik üretme yeteneği olan ideolojik mirasa bağımlılık. Solculuk daha genç yaştan bu ideolojik mirasın sahiplenilmesini ifade ettiği ölçüde, sadece siyasi bir yol değil, aynı zamanda siyaseti aşan, hatta onu anlamsız kılan bir kimlik de üretiyor. Sanki emperyalizm, kapitalizm, devrim, sosyalizm, emek vs. gibi kavramlar yalın bir biçimde sahip oldukları anlamların ötesine geçerek, bize karşımızdaki kişinin tıynetini, ‘bize benzerliğini’ ifade ediyor. Böylece sol söylem bir siyaset önerisinden ziyade, kişini kendisini başkaları nezdinde ‘solcu’ yapmasının ya da solcunun solculuğunu başkaları nezdinde teyit ettirmesinin aracı haline geliyor. Bu nedenle de söz konusu jargondan kurtulmak mümkün olmuyor, çünkü bu dilin cemaat oluşturucu, kişiyi kuşatıp rahatlatıcı bir işlevi var.
Ne var ki bu dilin, hangi kesimden gelirse gelsin ve hangi sorunla yüz yüze olursa olsun, toplumdaki farklı kişi ve gruplara ‘siyasi’ bir söz söylemesi mümkün değil. Bu dilin yarattığı algı, ‘senin iyiliğini istiyorum’dan öte gitmiyor. Daha ‘entelektüel’ bir bakışla yaklaşıldığında da, aynı dil ‘seni anlıyorum’ demiş oluyor ama ne yazık ki buradan ‘senin koşullarını değiştirebilirim’ mesajı çıkmıyor. Çünkü sol ideolojik jargonun ‘anlaması’ öylesine tarih dışı ve kuramsal ki, dinleyen kulağa sadece duygusal bir temenni olarak ulaşıyor.
Bütün bunların tek bir anlamı var: Türkiye’de sol zaman içinde apolitik bir konuma sıkışmış durumda ve bu noktada olmaktan da fazla rahatsız değil. Hâlâ tek tek kişiler dışında, gerçek anlamda bir özeleştiri çabası göremiyoruz. Sol siyaset apolitik olmakla kalmıyor, aynı konum ve söylem üzerinde aşırı eforik bir çaba gösteriyor ve bunu siyaset sanıyor. Böylece ‘siyaset’, aslında solcuların kendi aralarında yaptıkları şeyin adı haline geliyor. Toplumla konuşmaktansa birbirleriyle konuşan, arada sırada şu veya bu konuda anlaştıklarında önemli bir ‘ilerleme’ olduğu sanısına kapılan bir sosyal çaba aktivizmi olarak somutlaşıyor.
Ancak solcuların hayali bir dünyada yaşamadıkları ve o dünyanın epeyce farkında oldukları da açık. Diğer bir deyişle olması gereken hakkında net bir kanaate sahip olan, olan biteni de yakından takip eden, ancak bu ikisinin arasını dolduramayan bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Siyasetin dışında kalmanın ise bir bedeli var: Normatif yargıların ve gerçeklere ilişkin kategorik değerlendirmelerin sınanmadığı ve giderek kalıplaştığı bir dünya bu... Dolayısıyla her geçen gün solu siyasetten daha da uzaklaştırıyor.
Bu gözlem solcu kimliğinde bir yenilginin ifadesi... Çünkü solcu, bu dünyada ‘bir şeyler yapmak’ üzere var. Böylece siyaset yapma boşluğunu giderecek ve siyaset yapamamayı meşru kılacak bir ‘durum analizi’ ve buna bağlı olarak bir ‘kategorik karşıt’ üretiliyor. Türkiye özelinde bunun adı ‘İslami kesimin merkeze el koyması’ ve daha somut olarak da AKP iktidarı. Kısacası siyaset yapamayan sol, gözünü toplumdan iktidara çeviriyor ve iktidar eleştirisinin toplumsal siyaset olduğunu sanıyor. Diğer taraftan AKP’nin bire bir muhatap alınması da istenmiyor, çünkü bunun hükümeti meşrulaştıracağından çekiniliyor. AKP’nin yapmaya çalıştığı reform adımlarını desteklemek bir ‘zül’ gibi algılanıyor, çünkü bu reformları yapmanın ‘aslında’ solun işi olduğu düşünülüyor. Oysa bu tavır zaten siyasetin dışında kalındığının, olaylara siyasi bir perspektiften bakma yatkınlığının yitirildiğinin, ideolojik kimlik arayışının ürettiği cemaatleşmeye esir düşüldüğünün kanıtı.
Sonuç, apolitik olmayı içine sindiremeyen, ama siyaset adına attığı her adımda daha da apolitik hale gelen; bu sayede kendi cemaatsel yapısını koruyan, ama aynı anda da sadece kendisi için anlamlı küçük bir dünyaya hapsolan bir sosyolojik olgudur. Kendisine solcu diyenler bundan rahatsız olmadığı sürece, değişmesi pek mümkün olmayan bir durum...
emahcupyan@gmail.com
TARAF