Fikrin az olduğu yerde şiddet çok olur.
Bir düşüncesi olan insanlar, o düşüncelerini anlatabilmek için sükûnet isterler ama anlatacak bir düşünceniz yoksa o zaman hiç kimse düşüncesini anlatmasın istersiniz.
Konuşmak değil, susturmak amaç haline gelir.
Bunun örneklerini zaten sürekli görüyoruz.
İstanbul’da polis öğrencileri vahşice dövdü, susturdu onları.
Ankara’da da öğrenciler, üstelik üniversitede iki ayrı partiden iki ayrı profesörü yumurtalarla susturdu.
Şiddetin biçimi ve dozu farklı ama amaç aynı, susturmak, konuşturmamak.
Her fikrin özgürce tartışılabilmesi için kurulmuş üniversitelerde bile fikirler söylenemiyorsa, öğrencilerin fikirlerinden çok yumurtaları varsa, o toplum enfeksiyon kapmış demektir.
Niye böyle peki?
Neden bu ülkede fikirler öne çıkamıyor?
Sanırım, bu “devlet” geleneğimizin, her türlü “aykırı” fikri susturmak üzerine inşa edilmesinden kaynaklanıyor.
Ne siyasetimiz, ne de üniversitelerimiz, fikirlerin özgürce konuşulabildiği ortamlar oldu, “değişik” fikirleri olan siyasetçiler de, akademisyenler de cezalandırıldı.
Hiçbir soruna mantıklı bir çözüm önerilmesine izin verilmedi.
Geriye kocaman bir devlet şiddeti kaldı.
Kürtleri, dindarları, solcuları ezdi geçti bu şiddet.
Sonunda bu şiddet karşı şiddeti doğurdu, Kürtler silahlandı.
Otuz yıldır süren bir savaş patladı.
Zaten şiddet zemini üzerine yerleşmiş olan toplumsal algı, savaşla daha da öfkeli bir hale geldi.
Öfke de zaman içinde nefrete dönüştü.
Sınıflar, zümreler, gruplar, ırklar, mezhepler, demokrasi içinde kendi çıkarlarına uygun taleplerini dile getirmek yerine, kendi çıkarlarından bile vazgeçen bir nefret ve intikam tutkusuna yakalandı.
Bugün bu ülkede yaşayan birçok insan, kendi çıkarına bir gelişme olmasını değil, “nefret” ettiği düşmanının canının yanmasını öncelikli olarak istiyor.
Bu çarpılma, öyle öğütle falan değişecek gibi de görünmüyor.
Nefreti eme eme iyice çoraklaşmış, düşünce üretme yeteneğini kaybetmiş toplumsal yapıyı yeniden değiştirmek, zihinsel iklimi baştan oluşturmak zorundayız.
Bunun için atılacak en önemli adım herhalde şu Kürt savaşını durdurmak, “devletin” şiddet anlayışını soluyarak zehirlenmiş toplumu öncelikli olarak “temiz havaya” kavuşturmak.
Dün Abdullah Öcalan, ateşkesi yeniden hazirana kadar uzattı.
Bu arada, son zamanlarda Güneydoğu’da Gülen cemaatine karşı yükselen düşmanlığı durduracak açıklamalar da yaptı.
Öcalan’ın açıklamalarının altında Yalova’da yapılmış iki toplantının etkisi olduğunu bugün Yıldıray Oğur’un yazısında okuyacaksınız.
Öcalan’ın avukatları Gülen cemaatinin önde gelen isimlerinden Hüseyin Gülerce ile görüşmüşler.
Gülerce “cemaat adına” değil, bir köşe yazarı olarak bu görüşmeye katıldığını ve kendi kişisel fikirlerini anlattığını söyledi.
Karşılıklı konuşmanın ve “fikirlerin” nasıl etkili olabildiğini gösteren bir örnek bu, Gülerce kendi adına da konuşsa “fikirleri” Öcalan’ın Gülen cemaatiyle ilgili dostça açıklamalar yapmasını sağlamaya yetmiş.
İkinci toplantı ise avukatlarla istihbaratçılar arasında gerçekleşmiş.
Orada konuşulanlar da anlaşıldığı kadarıyla, ateşkesin yeniden hazirana kadar uzamasını sağlamış.
Öcalan, Miroğlu’nun tehdit edilmesini de eleştirerek “Miroğlu tehdit edilemez” demiş.
Öcalan’ın ve PKK’nın bu jestlerine karşılık hükümetin ve devletin de herhalde bazı jestler yapması, artık şiddeti değil “fikirleri” ön plana aldığını gösterecek girişimleri gerçekleştirmesi gerekiyor.
Barış gelecek, bu kaçınılmaz.
Ama ne kadar çabuk gelirse o kadar az insanın canı yanar.
Ülkenin “şiddet” iklimi de yavaştan yavaştan değişmeye koyulur.
O iklimin değişmesi toplumu sandığınızdan daha fazla etkiler, polislerin copları, öğrencilerin yumurtaları, futbol taraftarlarının bıçakları daha az çıkar ortaya.
Nefretin ve şiddetin yerini fikir almaya başlar ve insanların fikirleri olduğunda barışı ve sükûneti tercih ederler, konuşmak isterler çünkü.
Düşünceler için yeni alanlar açmalıyız, düşünce şiddeti kendiliğinden geriye iter zaten, bu alanın açılması için ilk adım da barış olacak elbette.
Ben iyimserim, düşüncenin gelişeceğine ve şiddeti yeneceğine inanıyorum.
ahmetaltan111@gmail.com
TARAF