Apo, hücre, barış...

Ahmet Altan

Bilmiyorum AKP’nin yöneticileri Madame Bovary romanını okudular mı, eğer okudularsa onun son cümlesini bugünlerde çok sık hatırlıyorlardır.

Bovary, kitabın sonunda, “ben her şey iyi olsun istemiştim” der.

AKP hükümeti de Kürt açılımının bir parçası olarak İmralı’daki şartları düzeltmek, Öcalan’ın tecridine son verip diğer mahkûmlarla konuşabilmesini sağlamak için adaya yeni bir hapishane yaparak oraya dokuz mahkûm göndermişti.

Sonuç felaket oldu.

Apo, yeni hücresinin darlığından ve şartlarının kötülüğünden şikâyet etti, genç Kürt çocukları ellerinde molotoflarla sokaklara çıktılar, DTP yöneticisi Emine Ayna da “İmralı politikasının açılımı bitirdiğini” söyledi.

Bu kadar büyük toplumsal bir değişimin bir hücrede sıkışıp kalması üzücü.

Apo’ya daha rahat bir oda, televizyon ve gazete verilmesinin ne zararı olabilir?

Ama sadece bu cümle bile Türklerin çoğunu yerinden zıplatmaya yeter.

Zaten meselenin en kritik noktası, iki toplumun Apo konusundaki algılarının taban tabana zıt olması.

Apo, Kürtlerin bir kısmı için neredeyse kutsallık mertebesine ulaşmış “önderlik”, Türklerin bir kısmı içinse en ağır şekilde cezalandırılması gereken “eli kanlı” katil.

Barışı “Apo üstünden” yapmaya kalktığınızda bu iki farklı algı şiddetli biçimde çatışıyor, iki taraf da “barışı” yakmayı göze alıyor.

İki taraf da diğerinin duygularını kavrayamıyor.

Barışı Apo’suz yapmak da mümkün değil.

Anlaşıldığı kadarıyla Apo’yu “sürecin” dışında tutmuyorlar, onunla bu konuda görüşmeler yapılıyor.

Ama Apo, barışı sağlamakta bir etken olmak istemiyor sadece, bunun görülmesini ve bu yaptıklarının karşılığında kendisine saygı gösterilmesini de istiyor.

Sanırım, yeni hücresinden yakınmasının temel nedeni, fizikî sorunlar kadar, bu yer değişimini kendisine ve konumuna karşı bir küçümseme olarak kabul etmesi.

O da buna izin vermeyeceğini, çocukları sokağa çıkartıp açılımın önünü keserek gösteriyor.

Seviyor kendi gücünün yansımasını görmeyi.

Tabii, işin karışmasında bizim yargı sistemimizin “muğlâklıktan” hoşlanmasının da rolü var.

Apo, esir mi, mahkûm mu?

Mahkûmsa, ona da diğer mahkûmlara tanınan hakları tanıyın, başka mahkûmlar televizyon seyredip gazete okuyabiliyorsa, diğer mahkûmlarla havalandırmaya çıkıyorsa, ona da bu haklarını kullanma imkânını verin.

Esirse, Cenevre Antlaşması’nın şartlarını uygulayın.

Biraz esirmiş, biraz mahkûmmuş gibi davrandığınızda işler karışır.

Öcalan’a keyfinizce, hukukta karşılığı olmayan bir statü uydurduğunuzda, “onun yeni hücresiyle eski hücresinin farkı 17 santimetre mi yoksa altı metre mi” gibi tuhaf bir tartışmaya hapsedersiniz koca açılımı.

Yirmi beş yıllık bir savaşı bitirelim, gençlerin hayatlarını kurtaralım, toplumu zenginleştirip özgürleştirelim derken, savaşı sürdürmek için bulduğumuz nedene bak.

Ben bu mesele konusunda yazı yazdığımda Kürtlerden de Türklerden de mektuplar alıyorum, aynı konuda iki görüşün birbirinden ne derece farklı olduğunu görmek bazen insanı ümitsizliğe sevkediyor doğrusu.

Kürtler “tavizi hep biz mi vereceğiz, Kürtlerin neler çektiğini, neler hissettiğini hiç anlamıyorsunuz” diyor.

Türkler de, “nedir bu haliniz hep Kürtleri savunuyorsunuz, bu PKK’nın kanlı cinayetlerini unuttunuz, daha yeni otobüste yaktıkları genç kızı da mı hatırlamıyorsunuz” diyor.

İki taraftan da gelen mektupların çoğunluğunda bir “savaşalım anasını satayım” havası var.

Aynı ilkel şiddet tutkusu öyle açık gözüküyor ki yazdıklarında, birbirlerine o kadar benziyorlar ki ve birbirlerine benzediklerini o kadar bilmiyorlar ki...

Ve, iki taraf da gerçeği görmemek için öyle bir uğraşıyor ki...

Gerçek şu, 25 beş yıl savaştınız ve birbirinizi silahla yenemediniz, bunu içinize sindiremiyorsunuz, “yenmiş” gibi yapmak istiyorsunuz.

Yenmediniz, yenemeyeceksiniz, kazanabileceğiniz bir savaş yok ortada.

Kazanabileceğiniz tek şey, barış.

Onu da beceremiyorsunuz.

Bazen, yaşlı bir herif olduğuma, bu ülkede yaşadığım kadar daha yaşamak zorunda kalmayacağıma, bu ilkellikleri, yetersizlikleri, beceriksizlikleri çok fazla da seyredecek zamanım olmadığına seviniyorum.

Nasıl bir ölmek ve öldürmek tutkusu bu.

Nasıl bir yaşamayı becerememe hali bu.

Yarın ne hissederim, ne düşünürüm bilmem ama bugünkü duygularımı sorarsanız, size kısa bir cevap veririm.

“Savaşın anasını satayım.”

TARAF