Derin bir tutkuyla arzuladığımız gerçeğin ve adaletin hiçe sayıldığını, ayaklar altına alındığını, karanlıkta bırakıldığını görmek ne büyük bir yıkımdır…onlar her şeye cesaret edebildiklerine göre ben de edeceğim, mahkeme olayı tüm açıklığıyla ve eksiksiz olarak ortaya koymazsa, daha önceden söz verdiğim gibi gerçeği söyleyeceğim.
İtham Ediyorum/Emile Zola
Başörtülü kadınların yaşadığı ayrımcılığın bu kadar uzun yıllara yayılması, zamanla kimilerinin zihinlerinde deformasyona yol açtı ve sağlıklı düşünme kabiliyetimizi neredeyse kaybettik. Böylesine otoriter bir yasağın dünyada o kadar eşi benzeri yok ki artık durum gerçeklik algımızı aşmış, bizi sebep sonuç ilişkisini bile göz ardı edecek bir eşiğe getirmiş bulunuyor. Kalbimize hiç başvurmadan sadece aklın gözüyle baksak bile şimdi kırklı yaşlarında olan kadınların yaşadıkları inanılmaz kayıpları, buradaki insan acısının yarattığı ortamın çok daha güvensiz olacağını, koca gezegende olmayan ama burada ısrarla sürdürülmeye çalışılan bir yasağı gerekçelendirmek için ileri sürülen sebepleri ne kadar sakil olduğunu görebiliriz. Annelerinin aşağılanmasını, hayatlarının umutlarının çalınmasını görerek, bu adaletsizliğe tanık olarak büyüyen küçük kızların en çok kiminle özdeşim kurup kime destek vereceğini tahmin edebiliriz. Bu ülkede milyonlarca kız ve erkek çocuk annelerinin uğradığı haksızlıklara, dünyevi kayıplara, bu yüzden gördükleri tedavilere terapilere, bunun aile içindeki yansımalarına vakıf olarak büyüdü. Apartheid kavramı doğrudan hukuki düzenlemelerle gelen bir ırkçılığa işaret etse de, yaşananların boyutu, benzerliği, yol açtığı psikolojik şiddet, haksızlık duygusu ve yarattığı travma açısından neredeyse bire bir Türkiye’de yaşananlara karşılık geldiğini göz ardı edemeyiz.
Irkçılık siyasetinin egemen olduğu hükümetlerce yönetilen rejimlere “apartheid” adı veriliyor ve bizde şükürler olsun ki Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1950’den itibaren dayatılan “Nüfus Kayıt Yasası’ gibi bir yasa asla olmadı. Bu demek değildir ki kendini beyaz ve üstün ırk gibi doğuştan imtiyazlı olarak tanımlayan bir azınlığın hukuk dışı olarak ürettiği bir aşağı ırk uygulaması yok. Basın- yayın, eğitim yoluyla gerçekleştirilen zihin oluşturma çabaları kısmi de olsa netice verdi ve başörtülü kadınları eski ve geriletici tutumlarla özdeşleştiren küçük ama etkili bir gurup oluştu, onların akıl ve muhakemeden yoksun köle ruhlu insanlar olduklarına inanan insanlar ortaya çıktı. Bu yaklaşım beraberinde psikolojik şiddeti de getirdi ve yıllara yayılan sinsi bir ırkçılığı sıvı gibi toplum katmanlarına yaydı. Güney Afrika’da 1992’de son verilen bu uygulama, bizde keyfi baskılar yasaklar ve dışlamalarla sürdürüldü hala da çeşitli çatışma korkuları üretilerek itham aşağılama ve tehdit dili her ay her gün yeniden kurularak sürdürülmek isteniyor.
Aşağı ırkın oluşturulmasında ve toplumun bir kesiminin dışlaştırılması ve yabancılaştırılmasında kullanılan bir terim olarak türban tam da baskı dilinin en anlamlı simgesi bu günlerde. Toplumun yüz yıllardır kimliğini oluştururken değer atfettiği temel aldığı değerleri görünür kılan taşıyıcı rol oynayan nesnelerden biri olarak “başörtüsü” yasak sürecinde bir kelime oyunuyla “türban” a evrilerek başını örten genç kadınların başına karanlık şüpheli tehlikeli bir hale gibi dolanmak istendi. Böylece ad değiştiren başörtüsü, onu takanlarla birlikte tehdit algılaması içinde görülmesi gereken bir nesneye dönüştürüldü.
“Türkiye geleneklerine ait bir kelime olarak “başörtüsü”, babaannelerin kullandığı ve reddedilemeyecek bir kelimeye ve işarete tekabül ettiği için, bir yabancılaştırma operasyonuyla “türban” olarak ilan edildi ve savaş açıldı. Şu da söylenebilir : Türkiye’de sorun türban değil; sorun başörtüsü ve başörtüsüyle iç içe geçen bir yaşam tarzı, bir kültür, bir değerler bütünü, şu ana kadar işletilen devlet merkezli modernleşme sürecinden farklı bir modernleşme hikayesi”(1)
“Başörtüsü konusunda oluşan ayrımcılık sürecinin, bir gurubun tarif edilmesi ve etiketlenmesiyle başladığı söylenebilir. Etiketleme ve bir gurubu işaret etme, konun asıl muhatapları olan kadınların ısrarla vurgulamalarına karşın, faklı kökenler ve uygulamalarla hayata geçirilen ayrımcı hegemonyanın, “başörtüsü” yerine “türban” nitelemesinde diretmesiyle başlamaktadır.
Buna göre “türban takan kadınlar, siyasi bir sembol olarak özel bir biçimde örtünmektedirler; bu örtü geleneksel başörtüsünden farklıdır ve özel hatta gizli bir amaca hizmet etmektedir”. (2)
Gencecik kızlar cumhuriyeti yıkmak, ataerkil baskıcı düzeni ihya etmek, kimi devletlerden para almak, erkek baskılarına boyun eğmek, ülkeyi karanlığa sürüklemek gibi ağır töhmetler altında bırakılarak özgüven yıkımına uğratılmak istendi. Batıda bile kıyasıya tartışmaya açılan kimi konular bizde “tartışılamaz batı değerleri”olarak korumaya alınıyor, batılı yaşam tarzının kimi tezahürlerini tartışmaya açmak, eleştirel akılla yol almaya çalışmak bile neredeyse suç olarak kabul ediliyordu. Bilimin aydınlığına hurafelerin karanlığını tercih etmek, islamcı örgütlerin oyuncağı olmak, safsatalara teslim olmak ileri sürülen suçlamalardan sadece birkaçı.
Benzer şeyler kamu alanı kavramı için de yaşandı. Değişmez ve değiştirilemez “kamusal alan” tanımlaması şimdiye cevap vermese de, kamusal alanın yeni durumlara göre yeniden yapılandırılması bütün dünyada en çok konuşulan konulardan biriyken bizde sosyolojik ve felsefi bir zeminden hukuki bir zemine kaydırılarak ceza ve müeyyide alanına dönüştürüldü. Birçok kişi tarafından bir zenginleşme, paylaşma, farklılıkların buluştuğu kesişme alanı olması umulurken başörtüsüyle girilemeyen yerlerin adı oldu kamu alanı. Böylece bireysel hak ve hukuktan çok küme olarak algılama, aşağı olarak etiketleme yargılama dışlama yılları yaşandı, yaşanmaya devam ediyor.
ALGILAYARAK AZALTMA: TANIMLAMA ŞİDDETİ
Neden örtünüyorlar sorusunu konunun muhataplarına yöneltmek yerine cevapları da kendileri veren jakobenler bir yandan da bu insanların gerçek niyetleri, ilgi alanları, toplumsal eğilimleri hakkında gerçeklerden uzak önyargılarını serbestçe ileri sürmekte bir beis görmediler. Başörtülü genç kadınların niyetleri, zihniyetleri, hayata bakışları hakkında herkesin fikri vardı ve bu üzerinde hiç düşünülmeden kolayca konuşulacak, yazılacak konuların başında geliyordu.
Başörtülü kadınların her birinin bir yüzü, biricik olan bir öyküsü, her birinin hayata karşı kendine özgü bir duruşu yokmuş gibi küme olarak algılanmaları bile başlı başına bir aşağılamaydı. Uğradıkları hak ihlalleri, hoyratça her ortamda tahkir edilmeler, aşağılanmalar yetmiyormuş gibi bir de her fırsatta, asla söz alamadıkları, cevap verme imkanı bulamadıkları büyük medya organları eliyle topluca tanımlanma şiddetine uğruyorlardı.
Üniversitelerin kapısına yasakları ilk astıran 12 Eylül Anayasası cumhurbaşkanı Kenan Evren bakımsız saçlarını örtmek istiyorlar derken YÖK eski başkanı Erdoğan Teziç bunu biraz daha açarak, bir gazeteye verdiği mülakatta başörtülü kadınların “kadınlıklarından utandıkları için” örtündüklerini ileri sürüyordu.(3)
Birileri bu türbanlı kadınlar neden bienallere, film festivallerine gelmezler diyerek sanata uzaklıklarını sorgularken(4) bir başkası(Esin Afşar) çıkıp, türban takanlarda büyük artış var, tiyatroya gidiyorum oradalar, bir de bunlar “biz buradayız”demek için anlasa da anlamasa da her yere geliyorlar, denize bir giriyorlar astronot gibi, umacı gibi diyerek aksi istikamette görüş bildiriyordu. (5)
Soner Yalçın’ın hazırladığı AKP’li kadınlar üzerinden hazırlanan bir yazı dizisinde başörtülü kadınların üniversite eğitimi alsalar bile evlenip işi ya da okulu bıraktıkları dolayısıyla okumasalar da olabileceği kanıtlanmaya çalışılırken(6), Nihal Bengisu’nun bir araştırması gerçeğin başka bir boyutuna ışık düşürüyordu. Eğitimli başörtülü kadınlar elbette çalışmak istiyordu, ama çalışmalarının önü daha ilk teşebbüste kesiliyordu ; telefonda ehliyet ve liyakat üzerinden gerçekleşen olumlu iş görüşmeleri yüz yüze görüşmede başörtü yüzünden sonlanıyordu(7). Mütedeyyin geçinen erkek işverenlerin de kadınların bu durumunu birçok şekilde nasıl istismar ettikleri bilinen bir olguydu. Bunları bilirdi elbette bu konularda yazan herkes, ama kimsenin hakikate talip olduğu yoktu. Kaldı ki üniversite bitirip rutin mesai içinde ve dışarıda çalışmayı istememek de bir hak ve her tercihten kadın aleyhine bir sonuç çıkarmak sadece başörtülü kadınlarla sınırlı bir durum değil. Bu toplumda kadınları zapt ü rapt altına alma, erkek eliyle şekillendirme gayretleri tedavisi asırlardır süren çetin bir hastalık.
Hep kötülemek hep mesafe koymak olmazdı. Anlama ve empati geliştirme de deneniyordu doğrusu. Fakat o esas insanın üsttenci, başöğretmen dili, eşitim değilsin hoşgörüsü bir türlü kırılamıyordu. Washington’dan başörtülü kız kardeşlerine yazan gazeteci Ahu Özyurt onların bedenlerine sahip çıkmalarını baba ya da ağabey baskısına boyun eğmemelerini söylerken aslında onları nasıl da susturduğunu nasıl da sözlerini söylemelerine izin vermediğini, özgün iradelerini görmezden gelip laiklik adına vesayet altında tutulmalarına zemin hazırladığını göremiyordu herhalde. Bütün iyi niyetine rağmen kısacık mektuba sadece önyargı ve öğütleri sığdırmayı başarmıştı bu yüzden. (8)
Bütün bu tanımlama şiddetinin ana kaynağı devlet eliyle yeni bir toplum yaratma azmindeki yönetici elitlerdi. Başörtülü kadının muteber olmadığı bütün topluma yukarıdan dikte ediliyordu. Hoş görülmeyi hak edenler sadece tarlasında çalışan, evinde oturan hiçbir toplumsal talebi, iddiası olmayan başörtülü kadınlardı. Seçilme hakları bile yoktu bu ülke kadınlarının %64’ünün ama bu kadın haklarıyla uğraşan hiçbir örgütün meselesi değildi. Bunu sorgulamak yerine otoriter yönetime destek vermek pragmatik açıdan daha kullanışlı bir tutumdu. Cumhuriyet kadını tanımlamasında eşiği aşamayan milyonlarca kadın var. “Cumhuriyet kadınları” çoğulculuğunun savunusunu yapmak, ezberleri bozmak, çabalamayı, fikir üretmeyi, yeni şeyler söylemeyi gerektiriyordu.
İnsanları kıyafetine göre aşağı ve yukarı olarak kuran dil öyle tuhaf tezahürlere yol açtı ki, zihin bulanıklığı entelektüel düzeyde kalmayıp sahaya yayıldı. Başörtülü kadınlara alış veriş merkezlerinde, giyim mağazalarında aşağı bir kültürden geldikleri varsayılarak “sen” diye hitap edilmesi çok yaygın bir durumdur mesela. Hatta başörtülü tezgahtar kızların da başı açık kadınlara “siz” diye hitabederken başı örtülülere sen demesi dolayısıyla kendisinin de aşağı kümeden olduğunu içselleştirmesi menfi propagandanın etkisi bakımından önemli bir gösterendi. Dahası birçok islamcı erkek entelektüelin de tezgahtar kızların hissiyatını bire bir paylaşması, projeksiyon yapıp aşağı pozisyonu kadına yansıtarak yukarda kalmaya çalışmaları yaşanan sürecin en ilgi çekici, ibretle ve acı bir gülüşle izlediğimiz gelişmelerinden biri oldu.
Devlet eliyle başörtülü kadınların aşağılanmasına en iyi örneklerden biri ilkokul öğretmeni Aytaç Kılınç’ın başına gelenler. Görev esnasında başı açık olarak çalıştığı halde sadece işe gidip gelirken başörtüsü kullanması gerekçe gösterilerek 2001’de Milli Eğitime bağlı bir anaokulundaki görevine son verilmişti. Kılınç 2002’de idare mahkemesine açtığı davayı kaybedip temyize gidince dava Danıştay’a intikal etti. Danıştay’ın 2005’de verdiği karar yasağın ve ayrımcılığın sınırlarını genişletti.
Davacının yönetici olarak görev yapacağı eğitim öğretim kurumunda öğrenim görenlerin yaşlarının küçüklüğü itibarıyla mantıksal değerlendirme ve çıkarım yapma çağından uzak oldukları hususları birlikte değerlendirildiğinde, davacının, okula geliş ve gidişleri sırasında da olsa yasal düzenlemelerde belirtilen ilkelere aykırı davrandığı sabit olduğundan…(9)
Kararla alenen başörtü takma ve başörtülüler devletin en önemli hukuk kurumlarından biri tarafından ayrımcılığa tabi tutulmakta, öğretmenin sokakta örtülü olmasının bile kötü örnek olacağından hareketle yasak sokağı da içine alacak şekilde genişletilmekte, milyonlarca insan bu yolla aşağılanmakta kınanmakta ve hakarete maruz kalmaktaydı.
Peki nerde kaldı kişiler arasında ırk dil din mezhep felsefi inanç vb sebeplerle ayrımcılık yapmak suçtur diyen TCK 122 no’lu yasa.
Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamayı suç sayan 216. madde.
SADECE BEYAZ İNSANLARIN KULLANIMI İÇİN
(for use by white persons only)
Güney Afrika’da parklarda ya da yol kenarlarındaki kanepelerin üzerine büyük yazılarla kimlerin oturabileceği devlet eliyle yazılmıştı. Bizde de aslında biraz dikkatle gözlemlediğimizde yaşadıklarımız sınıfsal bir gerçekliğe karşılık gelebiliyor.
Elitist sınıfın önyargılarla beslenen korkularının temelinde üstünlük ve ayrıcalıklı olma duygusu, imtiyazlı sınıfa mensubiyeti kaybetme endişesi, aşağı olarak tasnif edilen sınıflarla eşitlenmeyi kabullenememe, ayrıcalıklı kamu alanlarının mekanlarının yine ayrıcalıklı insanlar tarafından kullanılmasının son bulması korkusu vardı. Çünkü Osmanlıdan tevarüs edilen tebaa ve sahip pozisyonu cumhuriyet döneminde yeniden üretilmiş ve insanlar sadece dine mesafeli oldukları oranda çağdaş ve modern kabul edilerek yeni toplumun kurucu öznesi olmalarına izin verilmişti. Ötekiler ise eğitilmesi yönlendirilmesi bir forma sokulması gereken insanlardı.
Devlet eliyle kurumlar ve eğitim sistemiyle norm olarak ortaya konan stereotip insan profilleri o kadar belirgin bir şekilde çizilmiş tarif edilmişti ki bunun dışına çıkanlar öteki olarak etiketlenip aşağılandı. Kürtler Ermeniler İslamcılar ve daha birçok kimlikten vergi veren, bütün yurttaşlık görevlerini harfiyen yerine getiren milyonlarca insan ikinci sınıf olarak görülmekten kurtulamadı. Bu küçük bir azınlığın her zaman kendilerini ülkenin gerçek sahipleri olarak görmelerine yol açtı. *
Bu noktada Nur Çintay’ın dikkatini çeken şey yabana atılır gibi değil. İstanbul eski belediye başkanı Ali Müfit Gürtuna’nın eşinin başını açması ve DTP’li kadın vekillerin meclise gelmesiyle ilgili yapılan haberlerde “bir de saçlarını fönlettiklerine”dikkat çekiliyordu. Böylelikle modern bir görünüm kazandıkları özellikle vurgulanıyordu(10). Bu da başörtülü bir kadının başını açmakla sınıfının hemen kolayca değişmeyeceğine başka şeylerle de kendini kanıtlamasının gerekli olduğuna işaret ediyor. Sınıfsal yaklaşım öncelikle görünürlüğün biçimi üzerinden işliyordu. Çünkü aynı dilin Kürt kökenli milletvekilleri için de üretilmesi ve saçlarına fön çektirerek genel kurula geldiklerinin özellikle vurgulanması sınıfsal olarak alt kümede tanımlanmanın sadece başörtülü kadınlara özgü bir durum olmadığını gösteriyordu. Eşiği aşamayan insanlar listesi uzundu bu ülkede. Saçına fön çektirmek gibi basit bir iş bile çok yüksek bir göstergeydi ve doğrudan hak edişle bağlantılıydı.
Elitist yaklaşımlar sınır tanımıyor. “Başörtülüler konserime gelmesin” den başlıyor, “onları ana caddelerde görmek istemiyorum, ülkemize gelen yabancılara rezil oluyoruz” la devam ediyordu. Tacizkar bakışları, doğrudan hakaret eden pervasız öğretim elemanlarını, fiziki müdahaleleri, bazı semtlerde sokaktaki sözlü sataşmaları saymıyorum bile.
N.Bengisu’nun aynı çalışmasında aktarılan bir olay hiç de istisna değil. Lüks bir restoranda daha yemeklerini yerken garsonun artık masayı boşaltmanız gerekiyor uyarılarıyla karşılaşan medya mensubu başörtülü kadınlara bu davranışın açıklaması olarak ileri sürülen gerekçeler çok ilgi çekici. Saygın kişilerden oluşan bir gurubun yemek için oraya geleceğini, müessesenin prestijini korumak zorunda olduklarını söylüyordu görevli. Bu elbette doğrudan apartheid bir rejimde beyazlara ait bir yere siyahların girmesi sonucu yaşanan olayları hatırlatıyor.
Buna benzer yaklaşımların en beklenmedik demokrat özgürlükçü eşitlikçi kabul edilen yazarlarda bile rastlanması zihinsel kırılmanın elitist üstenci tavrın Türkiye’deki boyutlarını göstermesi bakımından çok düşündürücü ve sarsıcı.
İstanbul’u aşkla ve sadakatla severim. ,Geçenlerde bir grup yabancı arkadaşım geldi.Ben de onları biraz dolaştırıp şehrimle övünmek istedim. Birlikte Beykoz’daki Hidiv Kasrına gittik.Kasrın bahçesine girince daha park yerinde tuhaf bir dağınıklık karşıladı bizi, biraz yürüyünce o bahçede duymanın beni epey yadırgattığı bir müzik başladı, keskin bir et kokusu neredeyse ağaçlara sinmişti, çocuk bağırışlarının tizliği bir eğitim eksikliğini gösteriyordu, çiçek tarhlarının arasındaki patikalarda türbanlı kadınlarla asık yüzlü erkekler yürüyordu, Bizim Kemalistlerin ve “laikçilerin” korktukları şeyin ne olduğunu gördüm.
Ne yazık ki “dindarlarımız” dokundukları herşeyi çirkinleştiriyorlardı, sanki dinle zarafet ve güzellik birarada olamazmış gibi.(11)
Belli ki yazar arkadaşlarına mahcup olmuş. Övüneceği ve göstereceği bir halkı olmadığı için hayıflanmış. Yazının en büyük yanlışı da toplumsal kirlenmenin, estetikten uzaklaşmanın sorumlusu olarak dindarlığın işaret edilmesi. Oysa lümpenleşme çok karmaşık süreçlerle ortaya çıkan bir durum ve onu dindarlıkla eşanlamlı okuma hakkaniyetli bir yaklaşım olmasa gerek. Yazarın zevk ve beğenilerinin en üstte olduğu ön kabulüyle devam eden yazı “fırsat verseydik bizim gibi gelişmiş insanlar olurlardı biz bunu yapmadık” diyen bir özeleştiriyle sonlanıyordu.
CILIZ ALKIŞLAR
9 Şubat 2008’de üniversitelere başörtüsüyle girme yasağını kaldıran hukuki düzenlemelerin yapılıp 411 oyla onaylandığı ilan edildiğinde mecliste alkış sesleri yok denecek kadar azdı. Yaklaşık kırk yılı aşkın bir süreye yayılan yasakların kalkması ve 22 Şubat itibariyle düzenlemeyi cumhurbaşkanının onaylaması insanlarda bir coşkuya filan sebep olmamıştı. Meclisteki cılız alkışlar seçmenlerin hissiyatını neredeyse bire bir ele veriyordu. Kimileri için geç gelen adalet adalet değildi çünkü hayatları geri dönüşümsüz bir şekilde yasakla şekillenmiş binlerce insan vardı. Genç insanlar ise artık şimdiden anlamışlardı ki ülkede yeni kanun maddelerinden çok yeni bir zihinsel yapılanmaya ihtiyaç var. Ortada iddia edildiği gibi zafer ya da rövanş duygularından eser olmadığı gibi tersine mahzun bir bekleyiş vardı. Bu büyük daralma ve kuşatma Susan Sonntag’ın önerdiği gibi Başkasının Acısına Bakmak’ı öğretmişti yeni dindar kızlara. Toplumun dışlanan acı çeken bütün bireyleriyle beraber dibe inip anlama-dinleme, sonra birlikte yukarı tırmanma isteği yaratmıştı bütün bu yaşananlar.
YASAĞIN ÖRTÜSÜNÜ KALDIRMA KİTABI
Yasakların toplumsal ve bireysel karşılığı nasıl oldu. Nedir tam olarak yaşanan. Örtülü gerçeğin örtüsünü az da olsa aralayan bir araştırmadan sözetmek istiyorum.
Hazar Eğitim Kültür ve Dayanışma Derneğinin ANAR’a yaptırdığı araştırma doğrudan ve sadece başörtülü kadınlarla ilgili yapılan en kapsamlı araştırma. İnsan gücü ve ekonomi açısından kayıpları sayısal olarak bulgulamada bazı eksiklikleri olsa da yaşanan travmayı ve ayrımcılığın boyutlarını sergilemesi açısından önemli bir çalışma.
Türkiye’nin merkez illerinden 1112 denekle yüz yüze mülakatla yapılan araştırmanın sonuçları, üzerinde çok kapsamlı analizler yapmak için zengin veriler sağlıyor. Zaten kitapta uzmanlar tarafından yapılmış bazı çözümlemeler ve yorumlar mevcut.
Araştırmaya göre yabancılaştırıcı bir terim olarak türban, kadınlar tarafından pek de kabul görmemektedir. Deneklerin büyük çoğunluğu başlarına örtükleri nesneyi başörtüsü olarak değerlendirirken sadece % 6’sının türban olarak tanımlaması türban kelimesinin suçlama ve dışlama aracı olarak yasakçılar tarafından üretildiğini gösteriyor. Ayrıca % 97.7’si dinin emri olduğu için başını örttüğünü söylemiş. Büyük bir çoğunluk da küçük yaşta annesinden görerek örtmüş. Bu da siyasal simge olduğu iddiasını yanlışlıyor.
Yasak nedeniyle başörtüsünü açmak zorunda kalan kadınların % 70.8’i kişiliğinin zedelendiğini, parçalandığını, % 63.2’si kendini hakarete uğramış hissederken, deneklerin % 46.9’u başını her açtığında bundan utanç duyduğunu belirtmiş. Bu arada % 11.2’si ailesinden, % 21.2’si ise akrabalarından başını açması hususunda baskı görmüş.
Yasağın yarattığı ruhsal travma da son derece çarpıcı. Kadınların % 66.5’i medyanın olumsuz tutumu nedeniyle onurunun incindiğini, % 63.8’i ülkesine, % 60.6 ‘sı hukuka olan güveninin sarsıldığını, % 54.1’i suçlu muamelesi gördüğünü ve buna çok üzüldüğünü, % 45.7’si kendini diğer insanlara kıyasla fazla baskı altında hissettiğini belirtmiş.
Deneklerin % 4.5’luk bölümü hariç, geri kalanları başörtüsü yasağı nedeniyle, çeşitli sosyal mağduriyetlere uğradıklarını düşünmekte. Bu bölümdeki rakamlar hem ayrımcılığın boyutlarının hem de başı açık hizmet vermenin her zaman yansız ve hak ve adalet duygusu içinde olmanın garantisi olamayacağının göstergesi. Deneklerin uğradığı en yaygın mağduriyetler : kamu kurumlarında diğer vatandaşlara göre farklı muameleye uğramak(% 51.5), sorun yaşama ihtimaliyle belli ortamlara gidememek(% 50.6), bazı toplum kesimleri tarafından dışlanmak(% 36.5). Azımsanmayacak sayıda insan da başını örttüğü için sokakta taciz ve hakarete uğramış(% 28.1). Ayrıca deneklerin dörtte biri de okulda taciz ve hakarete uğramış.
Yasak nedeniyle eğitimine devam edemeyenlerin % 60’ı lisans ve lisansüstü eğitimini yarıda bırakırken, % 24.6’sı üniversite sınavına bile girememiş.
En ürkütücü sonuçlardan biri de yasak yüzünden kaybettiği hakları geri almak için deneklerin % 16.6’sı yargıya başvururken, % 76.2 si buna gerek görmemiş, gerekçe olarak da yargının tarafsız ve adaletle hüküm vereceğine güvensizliğini göstermiş(% 62.8).
Bütün bu sıkıntılara rağmen yasağın sonuç almak açısından da başarısız olduğu görülüyor. Çünkü başını tamamen açanların oranı sadece 1.2 iken, çoğunluk başörtü yerine geçmesini umarak peruk bere şapka gibi nesnelere yönelmiş.
Bu arada %77’lik bir gurubun kadının başını örtmeden de dindar olabileceğini söylemesi, başörtülü kadınlardaki esnek bakışın, bir arada yaşamak için gerekli anlayış ve toleransa sahip oluşlarının göstergesi.
Araştırmanın içimizi en çok acıtması gereken verisi ise “başörtüsü yasağı olmasaydı hayatınızın daha farklı olacağını düşünüyor musunuz” sorusuna verilen cevapta çıkıyordu karşımıza. Kadınların % 93.9’u bu soruya evet cevabını vermiş. Demek ki gelecekleri, hayalleri, rüyaları çalınmıştı ve biricik hayatlarına yapılan bu acımasız müdahaleye, toplumsal barış adına sessizce katlanmak zorunda kalmışlardı.
BİRAZ DAHA CESARET
Bu gerçeklik karşısında irkilmeden hiçbir şey olmuyormuş gibi davrananlar, ağır eşitsizliği ve ayrımcılığı görmezden gelerek bunun nesi sorun diyenler, her çözüm önerisini ayrışma kutuplaşma bölünme kelimelerini dolaşıma sokarak gündemden uzaklaştırma yoluna gittiler. Gerekirse bu çatışmaları üretebiliriz alt okumalarını da çağrıştıran bir dille hem de.
Bu durum karşısında hiçbir tevile yol açmayacak şekilde hemen şimdi yasağın kalkmasına destek veren az sayıda yazara karşılık, demokratlıktan da vazgeçmek istemeyen kimileri, doğrudan karşı çıkmasalar da çeşitli çekincelerini dile getirdiler : zamanı değil, bu mesele ülke sorunları sıralamasında ilk üçte geçmiyor, meclisin yüzde sekseni yasağın kalkmasını onaylasa da geri kalanlarla konsensüs gerekir, son insan ikna oldu mu, başı açıklardan özür dilediniz mi, onların geleceğe ilişkin korkuları giderildi mi, bu işler aceleye gelmez, önce ekonomi, önce harekat, önce mutabakat, bir seçim daha geçsin, ya bir partiye yararsa, kışın olmaz, yaz uygun değil, dört mevsimin dışında bir zamanda olmalı, yangından mal mı kaçırıyorsunuz derken kırk yıl geçivermiş. Bu en az üç nesil demek. Üniversiteyi terk etmek zorunda kalmış binlerce insan nine oldu. On bin civarında genç kız gezegene dağıldı, dünyanın geri kalan yerlerinde özgürce eğitim alabilmek, bir şeyler öğrenebilmek için.
Bütün gerekçelere rağmen çözüm için harekete geçilince bahaneci dil sertleşiyor : siz bizim kim olduğumuzu biliyor musunz, bizim istemediğimiz hiçbir şey olmaz, Adnan Menderes’in akibetini hatırlayın söylemi.
Tek tip ve yekpare bir düşünce atmosferine alışmış, farklı görüşler olmasını, fikir ayrılıklarını çatışma, bölünme, çatlak ses ve nifak olarak algılayan kimi elitlerin aksine, aydınlanmış insanlar, bunu normallerin kırılması, vizyonun genişlemesi, ufkumuzun açılması, eşitliğin kurulum sancısı, farklılıkların barış içinde temsili ve kamu alanının zenginleşmesi olarak değerlendiriyor.
İnsanların gözlerini kaçırmadan birbirlerinin yüzüne bakarak konuşmalarının zamanı geldi. Yasak aslında kardeşlik duygularımızı işbirliği ve dayanışma ruhumuzu öldürerek başka çatışmalara da zemin hazırlıyor, Doğu’da ve Batı’da birlik ve beraberlik için fikir üretmeye kullanacağımız enerjiyi zayıflatıyor. Bölgedeki işgalcilerin çıkarlarına çalışıyor her yasakçı jakoben, bilerek ya da bilmeyerek.
Baskın Oran bir yazısında Avrupa’da bir üniversite öğrencisinin kılık kıyafetine karışmaya kalkan birini hemen müşahede altına alırlar diyordu. Bu Asya Amerika Afrika Antartika Ekvator ve Avustralya için de geçerli. Bunun üstüne söz söylemeye gerek yok sanırım.
Tek dileğim bu yazı tarihte kalmış bir yasağın analizi için yazılmış tozlu bir sayfa olsun.
(Birikim, Mart 2008)
1- Ferhat Kentel, Doç., Yeni bir Laiklik Yeni bir Modernite, Türkiye’ nin Örtülü Gerçeği-başörtüsü yasağı alan araştırması içinde, HAZAR Eğitim kültür ve Dayanışma derneği yayını, 2007, İstanbul
2- Melek Göregenli, Prof, Bir Ayrımcılık Alanı Olarak “Başörtüsü”, Türkiye’ nin Örtülü Gerçeği-başörtüsü yasağı alan araştırması içinde, HAZAR Eğitim kültür ve Dayanışma derneği yayını, 2007, İstanbul
3- Erdoğan Teziç’le mülakat, Hürriyet, 10 Şubat 2006
4- Oray Eğin, Festivalde Neden Türbanlı Yok, Akşam, 10 Nisan 2007.
5- Esin Afşar, http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=291219
6- Soner Yalçın, AKP’li Eşleri Nasıl Örtündü, Vatan, 11 Şubat 2007.
7- Nihal Bengisu, Örtülü Öyküler, Zaman, 29 Eylül 2007
8- Ahu Özyurt, Kız Kardeşlere Açık Mektup, Radikal2, 10 Şubat 2008
9- Aytaç Öğretmen Danıştay’da, Milliyet, 17 Mayıs 2006
Nur Çintay, Sebahat Tuncel de Fön Çektirmiş, Bak Hele Sen!,Radikal, 5Ağustos 2007.
11-Ahmet Altan, Hidiv Kasrı, Gazetem.net, 31 Mayıs 2004