İçinden geçmekte olduğumuz ilginç günlerin ilginç ayrıntılarından biri de şu: Türkiye’nin ulusalcıları, Türkiye’de olan bitenlerle ilgili olarak ABD’nin (de) devrede olduğuna dair kesin bir inanca sahipler fakat mevcut koşullarda bunu bir sorun olarak görmüyorlar… Yaşananlar, ulusalcıların “anti-Amerikancılıklarını” köpürtmüyor, tam tersine “esas düşman” olan iktidar partisini çökertmenin önemli bir unsuru olarak bir tür memnuniyet yaratıyor.
Bu da benim, Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı çevrelerin anti-Amerikancılığının “öz”e dair bir şey değil, bir “kabuk” olduğunu… Bize sunulduğu gibi ideolojik değil, siyasal yarara bağlı olarak şaşırtıcı esnemeler gösterebilen gündelik bir karşıtlık olduğu tezimi bir kez daha doğruluyor.
Geçtiğimiz üç yazıda, bazı kritik anlarda (ki şimdi de o anlardan birini yaşıyoruz) anti-Amerikancılığın nasıl esnediğini, hatta yer yer pro-Amerikancı biçimlere bürünebildiğini örneklerle anlatmaya çalışmıştım.
Üçüncü yazının sonunda, bugünkü son bölümün başlığını “Tuncay Özkan ve Mehmet Haberal’ın anti-Amerikancılıklarının ‘error’ verdiği anlar” olarak belirlemiştim… Şimdi sıra oraya geldi.
Özkan’dan Obama’ya: İzin vermeyin!
Şimdi var mı bilmiyorum, bir zamanlar liderliğini Tuncay Özkan’ın yürüttüğü “Biz Kaç Kişiyiz” diye bir platform vardı…
Bu platformun en belirleyici vasfı anti-emperyalizm temelinde ABD ve Avrupa Birliği karşıtlığıydı…. Platform, Tuncay Özkan cezaevine girdikten sonra da varlığını sürdürmüştü; Özkan da yazılarıyla siteye katkıda bulunuyordu.
Platform üyelerinin bir “mesih” gibi gördüğü Tuncay Özkan, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye’ye geldiği 5 Nisan 2009’dan birkaç gün önce Obama’ya hitaben öyle bir mektup yazdı ki, ortalık bir anda gerildi.
Platformun sitesinde yayımlanan mektup samimi tebrik cümleleriyle başlıyor, ABD Başkanı Obama’nın iktidarın bazı uygulamalarına “izin vermemesi” talebiyle devam ediyordu:
“AKP iktidarı, ülkemi din faşizmine taşımaktadır. Siyasetin referansı İslami kurallar haline gelmiştir. (…) Bu din Faşizminin Türkiye’yi ele geçirmesi ve batılı bir demokrasi olma yolunda inanılmaz mesafe kateden ülkemi Hamas Örgütünün yanına koymasına, hukukun üstünlüğüne inanan vicdanınızla mı izin vereceksiniz? Türkiye’de Museviler gibi İslam dışı dini azınlıkların hedef gösterilmesine, toplumun İranlaştırılmasına sessiz mi kalacaksınız?”
Mektubun son bölümü ise şöyleydi:
“Bush ‘Ya bendensin ya teröristsin’ dedi. Obama ‘Biz iyisiyle kötüsüyle Dünya’yı barış ve mutluluk için kucaklıyoruz’ demeli ve nerede olurlarsa olsunlar faşistleri desteklememelidir. Lobilerin, çıkarları için ulusları, insanları yok eden yönetimleri desteklememelidir. Ben ülkemdeki din faşistlerinin susturmak için tutuklattığı gazeteci Tuncay Özkan olarak, sizden bunların dışında hiçbir şey istemiyorum.
“Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum. Yoksa sizin de Bush’dan farkınız olmaz. Lütfen bu konu ile ilgili duygu ve düşüncelerinizi bana iletiniz. (…) Başkan Obama, ailenizle birlikte mutluluk, barış ve başarı içinde yaşamanızı, Dünya ve insanlık için güzel şeyler yapmanızı temenni ederim. Saygılarımla.”
Üyelerin mideleri kaldırmadı
O dönemde “Biz Kaç Kişiyiz”in sadık bir izleyicisiydim ve Tuncay Özkan’ın bu mektubuna üyelerden gelen yoğun tepkileri de not etmiştim. Sinirlenmekte, öfkelenmekte sonuna kadar haklıydı platformcular… Öyle ya, sen kalk bütün ideolojini anti-Amerikan, anti-Batı temellerde oluştur, üstelik bu karşıtlığını “yılan” falan gibi metaforlarla ifade et, temel sloganın “Ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye” olsun, sonra da böyle bir mektup yaz… O zaman şu türden tepkiler de normal karşılanmalı tabii:
“Ben umutlarımı asil kanıma ve soyuma bağlarım. Yukardaki mektubu Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün kaleme aldığını düşününüz ve ona göre eleştirilerinizi dile getiriniz…”
“Masaya yumruğumu vuramıyorsam, elim kırılsın. Bağımsızlığımı ben kendi ilkelerim ve halkımın dinamizmiyle elde edemiyorsam, böyle bağımsızlık yerin dibine batsın…”
“İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri görülemez; millet ve devletin şeref ve bağımsızlığı elde edilemez, insaf ve merhamet dilenmek gibi bir kural yoktur. Türk milleti ve Türkiye’nin çocukları, bunu bir an akıldan çıkarmamalıdır. M. Kemal Atatürk.”
O mektubu ve mektuba gelen tepkileri okuduktan sonra “Biz Kaç Kişiyiz”platformundan kopmalar olduğunu hatırlıyorum… Fakat ana gövde yerinde kaldı tabii ve gerekli anlarda esnemek üzere sert anti-Amerikancılık çizgisini sürdürdü.
“Haberal: Ben Amerikalılara diyorum ki…”
Tuncay Özkan’ın mektubu, bu dizinin başından beri anlatmaya çalıştığım nedenlerle beni hiç şaşırtmamıştı…
Tam tersine, durumu tespit etmekle yetinip, ulusalcılığın zaman zaman reenkarne olan Amerikan muhibliğinin yeni bir tezahürünü beklemeye başlamıştım.
Beklediğim malzeme, Tuncay Özkan’ın Obama’ya mektubundan bir süre sonra açıklanan üçüncü Ergenekon iddianamesinden çıkmıştı.
İddianamede yer alan telefon tapelerine göre davanın en önemli sanıklarından Mehmet Haberal, telefonda Abdüllatif Şener’e şöyle demişti:
“Ben Amerikalılara diyorum ki, Türkiye dünyanın anahtarıdır. Sonra dedim ki o anahtarı çok iyi kullanacak bir yönetim Türkiye’nin başına gelsin, yoksa vay geldi halinize…”
Bu dizinin başında, Atatürkçü, ulusalcı, Kemalist “sol”un “anti-Amerikancılığı”nın benim en sevdiğim konulardan birini teşkil ettiğini ve her vesileyle konuya döndüğümü yazmıştım.
Bu diziyi, o dönüşlerden birinin finaliyle bitireyim:
“İlhan Selçuk, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal… Türkiye’nin, konuştuklarında mangalda kül bırakmayan bu ‘tam bağımsızlıkçı’larının gerçek hissiyatları böyle işte. Daha önce de dediğim gibi, siz bakmayın retorikteki Amerikan düşmanlığına… İlhan Abi’nin demokrasisiz laik diktatörlüğüne ‘he’ diyecek bir ABD, Türkiye’nin ulusalcılarının başının tâcıdır.”