Sabah’ta Engin Ardıç’ın “ant” üstüne yazısını okudum (22 mayıs, cuma). Önceki gün de radyodan şöyle bir kulağıma çalınmıştı. Evet, her türlü sorunumuzun yanında, bir de böyle bir “ant” sorunumuz vardır. Engin Ardıç’ın yazısında söylediği şeylere katılıyorum, o bağlamda bunlara eklenecek fazla bir şey de yok.
Herkese “Türk’üm” diye bağırtarak, başta Kürt, etnik olarak Türk olmayan çocuklara eziyet etmenin tersliği ortada. Ama Ardıç’ın da dediği gibi, bu “ant”tan vazgeçmenin birinci nedeni bu olmamalı. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye bağırmak, Türk kökenli olanlar için de ayıp. Doğrudan doğruya, “ırkçı” ve “faşist” olduğu için kaldırılmalı.
Ama, tartışmayı duyunca ve yazıyı okuyunca, bunun yaratacağı yeni gürültüyü düşündüm öncelikle: AKP’den birileri çıkıp da “Bu ant kaldırılmalıdır” diyecek olursa kopacak kıyameti! “Atatürk düşmanlığı” hemen gündemin başına yerleşecektir; ama aynı zamanda “Türk ulusu”na karşı bir girişim olduğu da söylenecektir. Her alanda taban tabana karşıt değerlerle yaşıyor olmamızın bir örneği daha. “Türk ulusunu küçültücü” davranış olarak ben bu “ant”ın her sabah çığlık çığlığa okunmasından, okutulmasından daha çarpıcı bir davranış düşünemiyorum.
Sonuç olarak, bu da bir simge, başka birçokları gibi. Türkiye, sürekli simgeler üzerinde çatışan, kavga eden bir toplumdur. Ama simge hakkında da olsa, kavganın kendisi olabileceği kadar gerçektir ve somuttur. Kavga, Türkiye’nin şimdiye kadar olduğu gibi yaşamaya, daha doğrusu “yaşatılmaya” devam edip etmeyeceğinin kavgasıdır.
Bu nedenle, gene Engin Ardıç’ın sözkonusu ettiğim yazısında söylediği gibi, “normal” bir toplum olmaya karar vermemizle ilgili bir sorundur bu.
Sözgelişi, Amerika Birleşik Devletleri’ni bu dediğim “normal toplum”un örneği sayabilir miyiz? Sayarsak, orada ne oluyor, ne yapıyorlar, bir bakalım. Öğrenciler ellerini yüreklerinin üstüne koyar ve “I pledge allegiance to the flag and to the nation for which it stands” (aklımda böyle kalmış) derler. Yani, “Bayrağa ve onun temsil ettiği ulusa bağlılığımı (“sadakatimi” de olabilir) beyan ederim.” Doğrulukla eğrilikle, küçüklerle büyüklerle ilgili bir şey geçmez, hepsi budur. Sonra da bir dua okular ki bu bize çok “anormal” gelirdi herhalde.
Peki, bu bizimkini andıran, böyle şangır şungur faşizan bir “ant” var mı, varsa nerede var? Bu sorunun cevabını ben bilmiyorum. Ama varsa, bulunduğu yerin pek örnek alınacak bir toplum olmayacağını tahmin edebiliyorum.
Türkiye’de okula giden herkes, otuzlardan bu yana, öğretmeninin teşvikiyle göğsünü kabartarak ve sesini yükselterek bu sözleri haykırdı. Türkiye Cumhuriyet’i yurttaşı olmayı öğrenmenin belli başlı yollarından biriydi, bu kelimeleri bu üslûpla haykırmak. Küçüklerine eziyet edenler de, anasını babasını doğrayanlar da haykırdı bunu, hiç çalışmayan ve durmadan yalan söyleyenler de, birilerine göre “vatan haini” olanlar da. Zaten bu tür şatafatlı ve teferruatlı söylevlerin başlıca sakıncası budur. Normal insan psikolojisi, rutin haline getirilmiş sözleri, jestleri vb. ciddiye alamaz, önemseyemez. Kalıbın gereği yerine getirerek, göreneğe uyar. Tamamen mekanik bir şeydir bu. Ezberlenmiş bir kalıptır.
Ama, tabii, bu gibi “törenleri” üzerinde düşünmeden, sorgulamadan, itiraz etmeden yerine getiren bireylerden oluşan bir toplum, belirli özelliklerle donanmış, donatılmış bir toplum demektir. Burada, bu “törenler” sorgulanmadığı gibi, başka hiçbir şey de sorgulanmaz –en başta otorite sorgulanmaz.
“Böyle devam edecek miyiz, değişecek miyiz” sorusunun ya da biraz değişik biçimde söyleyecek olursak “normal bir toplum olacak mıyız” sorusunun özünde bu yatıyor zaten.
Aşırı şoven bir ideolojiyi sorgusuz kabul eden insanlar olma sürecinin sayısız kurumları arasında bir tanesi ve sadece bir simge, “ant” denilen bu beyanat. Ötekiler oldukça ondan vazgeçmenin fazla bir anlamı yok. Ama demokratikleşmeye karar vermiş ve bunun için adım atmaya başlamış bir toplumda elbette ki bir anlamı veya bir yeri yok.
TARAF